Çarşamba, Nisan 05, 2006

The White Stripes


Müziğin Üç Öğesi – Davul, Gitar ve Vokal

White Stripes’ın başarısı hiç beklemedikleri bir anda aniden ortaya çıkıverdi. Üçüncü albümleri White Blood Cells piyasaya çıkmadan önce kapalı gişe konserler ya da dünya turnesi onlar için herhalde şaka gibiydi, ama sonrasında değişti. Bir süre dünya çapındaki medya ve hayran kitlesi ilgisi onları kabuklarına çekilmeye zorladı ve hemen hemen hiç röportaj vermediler.

Jack White, “Bir anda bütün bu medya ordusu üstümüze boşaldı, gerçekten şoke olduk ve korktuk. Bu işlerin altından nasıl kalkacağımızı, nasıl konuşacağımızı bilemiyorduk, biz de hiç röportaj vermemeye karar verdik. Ama farkettik ki röportaj versek de vermesek de dergilerde gazetelerde hep vardık. Sonra hakkımızda hikayeler türetmelerine izin vermektense en azından anlatacaklarımızı kendi ağzımızdan anlatalım diye röportajları kabul etmeye başladık. Ama yine ne zaman konuşup ne zaman konuşmayacağımıza biz karar veriyoruz, herşeyimizi ortaya dökmek niyetinde değiliz.” diye açıklıyor.

Yeni albümleri Elephant hakkında etrafta mümkün olduğunca az bilgi dolaşmasını ve korsanlığın önüne geçmek istemelerinin sebebi de bu. Promosyon kopyaları sadece plak olarak dağıtıldı ve plak şirketlerinden her zaman alınan bilgiler bu sefer verilmedi. Tabi bunlar da önceden planlanmış hamlelerdi.

Günümüzün teknolojik imkanları herşeyi yapabilmenize imkan veriyor, medyanın yaklaşımı da insanları sizi takip etmeye zorluyor. Bir sanatçının hayatının her anına şahit olmak ve “Bak bu albümü piyasaya çıkmadan iki ay önce dinledim!” diyebilmek istiyorlar. Bunun hoşuma gitmeyen tarafı ortalıkta bir hilenin dönüyor oluşu. Hayranlar da tuhaf bir şekilde sanatçıyı üçkağıda getirmek ve yaratıcılığını kontrol altına almak istiyorlar. Bir ressamın atölyesini basıp bitmemiş resmini görmekte ısrar etmek gibi. Bu doğru değil. Biz bunu size göstermeye hazır olana kadar beklemelesiniz, bu bizim bebeğimiz.

White Stripes gittikleri yolu riske atacağa benzemiyor, tarzlarından gayet eminler. Konseptleri yalınlık, bunu da gayet iyi yürütüyorlar, bunu değiştirmeye ihtiyaçları olmadığını da gösteriyorlar.

Sanırım bizi karmaşıklık değil yalınlık götürüyor.” diyor Jack, “Karışık ve ekstravagant olmaktansa şu üç öğeye sıkı sıkı tutunuyoruz: Davul, Gitar ve Vokal, ne fazlası ne eksiği. Sınırlarımızın farkındayız, bunları oluşturuyor ve kesinlikle içinde kalıyoruz. Cool görünmek ya da işitilmek için herhangi bir çaba sarfetmedik. Herşeyin bir sebebi olmalı.

Farklı yönlere sapmak istemiyoruz. Kayıt aşamasındayken, kapalı bir kutunun içine kilitlenmiş gibiyiz, bizi rahatsız edecek her türlü şeye kendimizi kapatıyoruz. Önceden stüdyoda ne kadar zaman geçireceğimizi ve yaklaşık olarak ne kadar para harcayacağımızı hesaplıyoruz. Herşey ayarlandıktan sonra şarkılara saldırmaya başlıyoruz, her bir şarkıya kendi kimliğini ve kuvvetini kazandırmaya çalışıyoruz. Her seferinde tek bir şarkı için çalışıyormuşuz diye birbirimizi kandırıyoruz. Sanırım bu bizim için işe yarıyor, bizim için işe yaraması için de yapacağımız en iyi şey bu!

Elephant gibi böylesine büyük bir başarıyı yakalayan bir albümün 6000 Pound’dan daha fazlasına malolmadığını bilmek gerçekten inanılmaz. (buna otel masrafları da dahil) Londra’daki Toe Rag Stüdyolarında kayıtları tamamlamak sadece iki haftaları almış. Genellikle ağzını pek açmayan Meg şöyle ekliyor: “Oradaki hiçbir eşya 1965’ten sonrasında yapılmış şeyler değildi. Sadece şu bilgisayarlar ve CD yazıcıları vardı, onları da masaların ardına gizledik, böylece farklı bir yerde, farklı bir zamandaymışız havasını yakalamaya çalıştık.

Jack buna katılıyor ve modern teknoloji ve dijital kayıt sistemlerini neden sevmediğini açıklıyor: “Dijital kayıt bilgisayarları, Pro Tools, bütün bu şeyler birçok müzisyenin yaratıcılığını yok ediyor. Yaratıcılık teknolojinin altında eziliyor.

İnsanların şarkılarına karışmaması için ve kendi özgürlüklerini ve kontrollerini korumak için başkalarıyla çalışmıyorlar. Albümlerinin prodüktörlüğünü kendileri yapıyorlar, ama bir şarkının üzerine çok düşmenin o şarkıyı öldüreceğini de akıllarından çıkarmıyorlar. Meg “Şarkıların üzerinden geçilebilir, ama o zaman duyguyu ve karakterini yitirir.” diyor. Jack kendileri için şöyle bir çözüm geliştirdiklerini anlatıyor: “Eğer kendi sınırlarını yoğunlaştırmazsan, birşey üzerinde çok fazla düşünmeye başlarsın ve detayların arasında kaybolur gidersin. Şarkıların kendilerini kaybettikleri an budur. Mesela biz kendi müziğimizde mizaha çok yer vermeyiz, neredeyse hiç. Mizah genel anlamda önemlidir, yaptığın herşeyin içinde bir miktar olmalıdır, ama sadece belli bir miktar ve belli bir seviyede. Eğer mizah kendine çok önde bir yer bulursa, o zaman komediye dönüşür ve müziğin zamansızlığını yok eder, ve müzisyenin ifadesi kaybolur.

Ortalıkta haklarında bir sürü söylenti dolaşıyordu, evli, kardeş hatta boşanmış olup olmadıkları… Jack’e göre bütün bunlar medyanın işiydi ve onları hiç enterese etmemiş.

Biz hiçbir zaman büyük adım atmak için ortaya çıkmadık, başarı bizim itici gücümüz değildi. Yoksa neden üç albümümüzü de dünyanın en küçük plak şirketiyle kaydedelim ki? Bütün bu söylentiler bir anda insanların dikkatlerini üzerimizde toplamalarıyla ortaya çıktı. Fazla röportaj vermiyorduk, insanların hakkımızda fazla bilgileri yoktu, bu yüzden söylenti yaymaya başladılar.

Kendileri için en ilginç deneyimlerden birisi, Forty Licks turnesi için Amerika’da dolaşan Rolling Stones’un iki konserinde açılış grubu olarak çıkmaları olmuş. Jack gülümseyerek izleyicinin kendilerini pek beğenmediğini söylüyor. “Bizleri hiç beğenmediler ve hatta görmek bile istemiyorlardı, ama bizim umurumuzda değildi. Rolling Stones’un alt grubuyduk ve çalmamızı onlar istemişti. Bizim için önemli olan buydu.

Artık sesim gerçekten kötüye gitmeye başlamıştı, ses perdemdeki en yüksek notalara eskisi gibi kolay çıkamıyordum” diyor Jack sigarayı yeni bırakmış olmanın rahatlığıyla. Ama ne kendileri, ne de bağımsız plak şirketleri Sympathy For The Record Industry’den çıkan erken dönem plaklarını dinleyerek Jack’in yeteneğini keşfeden efsane John Peel onların bu başarısını tahmin edememişti.

Ağabeyleri Nirvana ve Radiohead gibi kendi zamanlarının anahtar gruplarından birisi White Stripes, rock müziğine estetik bir değişim rüzgarı katmış durumdalar. Genç yaşlarında Sonics ya da Detroit Cobras gibileri televizyona reklam müzikleri yapar olmuşlar, U2 bile bir garaj grubuna dönüşmüştü. Son 10 yıldır bilgisayar destekli müziğin o çıkmaz sokağına saplanıp kalmış, post prodüksiyon ve efekt yazılımlarının içinde boğulmuş Rock nihayet kendi karakterini yeniden keşfetmiş ve gününü yakalamış bulunuyor.

R.E.M. yeni albümünü tanıttıktan sonra 2006’da nerelerde çıkacakları belli olmuştu bile, ama White Stripes’ın huyu bundan çok farklı. Elephant çıktıktan sonra çok çok az röportaj verdiler, sadece Amerika ve İngiltere’yi dolaştılar.

Bu az verilen konserlerden bir tanesi, Under Blackpool Lights ismiyle konser DVD’si olarak çıktı. İngiltere turnesi kapsamında Empress Ballroom’da iki gece üstüste verdikleri konserleri günümüzün dijital çağında kesinlikle sıradışı bir şekilde altı tane Super-8 kamera ile filme alındı. Operatörler her üç dakikada bir film kasetlerini yeniliyorlardı, yönetmenin reji masasına hiç canlı kayıt iletilmedi. Konser filmi grubun canlı performansının bütün enerjisini yansıtıyor, o turnede zaten performansları doruktaydı.

Şu Super-8 filmle başlayalım mı?

Jack – Bu çok zor bir işti. Nasıl halledeceklerini merak ediyordum. 6 farklı kamera vardı, film kasetleri ise üçer dakikalıktı, devamlı surette değiştirmeleri gerekti. Kimin neyi çektiği belli değildi. Herkeste telsiz vardı ama yönetmenin kimin ne çektiğini monitöründen izleme gibi bir durumu yoktu sadece tahmin ediyordu. Sanırım sadece etrafa talimat verip duruyordu. "Jack’in yüzünü alın, Meg’in yüzünü alın, Meg’in ellerini çekin…" gibi.

Bir de şu kırmızı ışıkları vardı. Sahneden baktığımda hangisinin kayıtta olduğunu kırmızı ışıklarından anlayabiliyordum. (Gülüyor) Çok komikti. Yönetmen sonradan bütün çekimleri bilgisayar ortamında dizdi. Bazen arada kopukluklar oluyordu, kaset değiştirmek için geçen süre kadar, o boşluklarda diğer kameraların çektiklerine bakıyorlardı. Çok ilginç.

Çok güvenilir bir iş değil ama…

Jack – Hayır, değil. Ama içinizi ısıtan bir ruhu var bunun. Bütün işlemler boyunca onlarla beraberdim, montaj, miksaj ve film. Bir adam vardı ve bence dünyanın en ilginç işini yapıyordu. (Meg’e doğru) Bunu sana anlatmadım sanırım… Bir tane renklendirici var. Yaptığı tek şey, bu tarihöncesinden kalma masasına oturuyor, önünde üç tane kırmızı küre var, ve onlarla devamlı oynuyor. Ekrandakileri izliyor, gerekirse renkleri değiştiriyor, ya da istediği kısımları koyultuyor. Bu toplar ışıklandırmalı, bazen sarıya dönüyorlar. Ekranda ya da masada numara, cetvel, skala, hiçbir şey yok. Bir masa ve üç kırmızı top! Sadece renkler, kontrast ve parlaklık. Bunu bütün gün yapmak isterdim! Bu işi yapan birisinin olduğunu bilmiyordum. Masaya o kadar odaklanmışım ki adamın ismini bile unuttum!

Bütün bu zahmete neden girdiniz?

Jack – Filmin içinde sessiz bir sahnenin olmasını bile isterdim. Eski filmler bence konsantrasyonunuzu toplamanızı ve filme yoğunlaşmanızı sağlıyor. Çok samimiler. Modern dijital videolar ise gereksiz parlak. Hiç samimi değil. Bu filmin çekimleri de sıcak ve samimi bir havayı taşıyordu.

Led Zeppelin DVD’sinden etkilendiniz mi?

Jack – Evet, onu izlemiştim. Oradaki konser görüntüleri de Super-8. Communication Breakdown değil de, The Immigrant Song. O DVD’yi hazırlayan adam yaptı zaten bizimkini.

Bütün bu zahmete katlanmanızın sebebi modern film çekimlerinin fazla kişisel ve detaylı olması mı? Neredeyse gitar pedalındaki model ve seri numarası bile okunabilir.

Jack – Evet, peki bunun amacı ne? Bugünlerde herkesin kafasındaki düşünce şu: Sabah uyandıklarında akıllarında ne soru varsa onun cevabını bulabileceklerini sanıyorlar. Çünkü internet var. Soru ne olursa olsun, onu cevaplayacak birileri var. Adil değil. 22 yaşındaydım ve bir fuara gitmiştim. Oradaki adamın teki Howlin’ Wolf’un konser videosunu satıyordu. Bunu daha önce izlememiştim. Çok şaşırmıştım, bunu daha önce bilmiyordum. Filmde gitar çalıyordu, ama ben Howlin’ Wolf’u piyano çalıyor sanırdım, 22 yaşıma kadar! Ama küçükken internet olsaydı onu iki saniyede bulurdum, hatta download bile edebilirdim değil mi?

DVD’de şunu farkettim, kolunda marker ile yazılmış bir kelime var. Bazen “noxious” bazen de “obnoxious”, sanırım iki gece film çekimi yapıldığı için…

Jack – Meg’in işi bu. Yönetmenle oyun oynuyordu! (Gülüyor) Yönetmen bizim her iki gece de tamamen aynı şeyleri giymemizi istiyordu!

Daha önce konser görüntülerinizi izlediğiniz oldu mu?

Jack – Tabi, ama çok iyi kayıtlar değildi. Mesela Japonya’da verdiğiniz her konserden sonra size konserin videosunu beleşe veriyorlar.

Ocak’taki turne boyunca muhteşemdiniz. Nasıl oldu bu sizce?

Jack – Teşekkürler, gerçekten harika konserlerdi. Alexandra Palace’taki çok iyiydi. Kesinlikle en iyi turnemizdi. Hiçbir konser kötü gitti diyemem. Şaşırtıcı biçimde, Blackpool konserlerinin ilk gecesi tam ısınamamıştık ortama. Konserin ilk kısımlarında yürümeyen birşeyler vardı. Hiç aralıksız dokuz şarkı çaldık. Konserden sonra neyin yürümediğini düşündüm durdum, ama o haliyle de ikinci geceden daha iyi bir konserdi! (Gülüşmeler) Filmdeki ilk dokuz şarkı da ilk geceden direk alıntıdır.

Peki o turnedeki enerjiniz sizce nereden kaynaklanıyor?

Jack – Bilemiyorum, Blanche’in bizimle olmasının çok faydası oldu.

Meg – Turne boyunca hastaydım ben.

Jack – Öyle mi?

Meg – Tükenmiş gibiydim, bütün turne boyunca griptim.

Jack – Ya?

Meg – Pestilim çıktı, kan sıçrıyordu her tarafıma.

Jack – Ayakların o yüzden kan toplamıştı.

Meg – Ama yine de en iyi turnemiz oldu.

Son zamanlarda birçok grubun yaptığı gibi takılmıyorsunuz…

Jack – Evet, haklısın. Ocak ayından beri ara verip dinlenmeye çalıştık. Çok uzun süre turnede kaldık, sanki aralıksız üç yıldır turnedeymişiz gibiydi. Biz de biraz ara vermeye çalıştık, ama bu pek kolay olmadı, iş gelip bizi bulmaya devam etti. Bu sene çok fazla konser vermedik. Sadece işte yılın başında İngiltere’deydik. İngiltere’de her grup çalabileceğinin en iyisini çalar!

Ama geriye çekilmek bilinçli bir seçimdi değil mi? Festivallerde de görünmediniz.

Meg – Festivallerin o güzel ruhunu yakalamak her zaman kolay olmuyor.

Jack – Festivallerde çıktığında kendini çok ağır hissedersin, sanki kilon iki katına çıkmış gibidir. Bir anda Queen’mişsin hissine kapılırsın, bunu sonuna kadar sürdürmeliymişsin gibi (elleriyle We Will Rock You’nun ritmini tutuyor) Geri çekilmek bizim isteğimizdi, tükenmiştik.

Geçen sene Amerika’daki turnelerimizde, gittiğimiz şehirlerin büyük bir çoğunluğunda istediğimiz büyüklükte konser salonları yoktu, bu yüzden istediğimiz kapasiteye ayarlamak için ikiye bölünmüş hokey arenalarında çıkmak durumunda kaldık. 4 ya da 5bin koltuklu mekanlarda çalmak istiyorduk, ama mesela Florida’da Blackpool’daki gibi mekanlar yoktu. Bize bir hokey salonunu ayarlardı, ortaya bir de perde çekerlerdi ki U2 gibi birşeye benzemesin diye. Ama bunlar çok kötü konserler oldu. Herkes oturuyordu, sanki o ellerinde salladıkları salak plastik şeylerden almak zorundaymışlar gibiydi.

Bu konserler sona erince “Tamam!” dedik. “Bir daha bunu yapmak istemiyoruz.” Aslında devam edebilirdik, çok talep vardı. Elephant için Kanada’ya gitmedik mesela, Güney Amerika’ya inmedik, Japonya bir turne, o da sadece yedi konser. Daha çok Avrupa ve Amerika’ydı. Devam edebilirdik, ama durduk.

Meg – Ateşin yanındaki pire gibiydik. Son bir sıçrayış ve biterdik. Çok yorulmuştuk. Son bir konser, sonra dinlenme.

Jack, bir webchat’te bu yılın hayatındaki en iyi yıl olduğunu söyledin. Kendi üzerindeki kontrolün müydü buna yardımcı olan?

Jack – Üzerinde pek bir kontrol yokmuş gibi görünüyordu. Sanırım bazı şeyler birden oluverdi. Bu yılın bizim için kimin arkadaşımız olduğunu kimin olmadığını anlamamız açısından önemi büyük. Sonradan yeni arkadaşlar edindik. Büyüme çağı gibi, hergün beraber okula gittiğin çocuğun gerçek arkadaşın olmadığını, senin iki katın büyük kapı komşundan bir sürü şey öğrenebileceğini farketmen gibi. Ben ve Loretta Lynn’in balkonda oturup beraber bira içmemiz ve Jim Diamond’un çıkıp De Stijl’in – bu albümü evimizde ben kendim kaydettim! – prodüktörünün kendisi olduğunu iddia edip bizi mahkemeye vermesi arasındaki fark gibi. Bazı insanların buna bizden farklı baktıklarını gördük. Para ve şöhret, başka birşey değil!

Ama bu yıl 50 kişiye de çalmış olsak, ya da Toledo’daki gibi bir barda 16 kişiye çalmış olsak da kötüye gitmezdi. Başıma gelen kötü bir olay – aklıma gelen tek şey arkadaşlarımızın bizi arkamızdan vurması. Bir sürü hem de. Oldukça kötüydü. Kişisel, çok büyütülecek birşey değil. Bu tamamen istismar, bir takım şeyleri kendi işlerine yaracağından daha kötüymüş gibi gösteriyorlar, kendi çıkarları için! Eninde sonunda teptaklak olacak olan onlar, biz değil. Biz herkesi severiz, kimseyi incitmeyi düşünmüyoruz. Eğer kimseyi incitmeyeceksen sonunca incinen de sen olmazsın. Gerçek budur. Meg de gerçektir. O kimseyi incitmemiştir. Jim Diamond gibi birisi neden Meg’i mahkemeye versin? Peki sonunda ne olacak? Tepetaklak olacak. Hiç iyi olmayacak. Ne ekersen onu biçersin işte. Eğer içine sevgi ve saygı katarsan, insanlardan da karşılık olarak bunu alırsın. Yine de benim için harika bir yıldı, bir sürü, bir sürü şey oldu.

Bir de diğer olay var, birşeyler söyleyecek misin onunla ilgili?

Jack – Benim araba kazam mı?

Meg – Hayır, Jason. (Stollsteimer, Von Bondies’in solisti.)

Jack – İşte konuştuğum şey bu. Sonunda eline ne geçecek? Yeni albümünü tanıtmak için elinden geleni yaptı. Bundan ibaretti. Grubunu tanıtmak, bizim iyi niyetimizi kullanmak, istediği ilgiyi bizim üzerimizden yakalamak. Arkadaşımız olarak bunu iyi bir yönden kullandı. Ama bizi arkamızdan vurarak bunu kötüye kullandı. Peki insanları kullanan birisinin eninde sonunda başına ne gelir? Albümü bir iki bin satar, ertesi yıl da unutulur, gider. Hayatının sonuna kadar bu istismarı ile hatırlanacak. (Gülüyor) Bunun üzerine çıkamazsın çünkü tamamen olumsuz birşey. Benim tarafımda olumsuz bir nokta yok. Tek yapabildiğim onurumu korumak, sanırım. Başka yapabileceğim birşey yok.

Olayların bu sonuca varacağını hiç istemezdiniz, değil mi?

Jack – Hayır. Böyle bir sahtekara konuşma ortamı sağlanması utanç verici. Medyadaki, ya da günlük hayatta karşına çıkan birçok insanın gerçeğin peşinde olmadığını gösteriyor. Bundan daha kötüsünün peşindeler. Para, evet. Medya bence gerçek olanın kazanamadığı bir yer, çünkü eğlenceli değil. Gerçeklik eğlenceli değil. Her neyse, bu onların fikri. (Gülüyor)

Sormayacaktım ama, tam olarak neler yaşandı?

Jack – Öğrendiğim şey, bunun hakkında ne kadar konuşursam bu onun işine o kadar yarıyor. Sorun işte burada. Bu yüzden hiçbir şey konuşmadım, çünkü bu ona istediği şeyi sağlıyordu, grubu için ilgi. Eski menejerleri bir röportajda neler demiş, bir arkadaşım gösterdi bana, durumu istismar etmek istiyormuş, kendi politik durumu lehine çevirmek istiyormuş. Grubun menejeri söylüyor bunu! Bir arkadaşı ertesi gün bana dedi ki, Jason’a bir göz doktoru bakmış, ona gözünde hiçbir şeyin olmadığını söylemiş. Jason da gözünde kalıcı hasar olduğunu söyleyecek başka bir doktor bulmuş.

Meg – Üstelik gözündeki hasar eskiden kalma.

Jack – (Gülerek) Gözünde bir yıldır duran lensini çıkartmış, ve bunun için beni suçluyor! Her neyse ya, hilebaz! O gruptaki diğer insanlara acıyorum. Aptal yerine konuyorlar. Yıllarca bu adam tarafından sözle ve aklen kullanılmış, şikayet eden ve devamlı sızlanan bir grupla turnede olmanın ne demek olduğunu bilemezsin. Bu adam bir provakatör, çok kötü birisi. Çünkü Detroit’te bu insanlarla bir dönem çalışmış olan herkes zarar gördü. Birçoğu da arkadaşımız – Whirlwind Heat’ten Dave Swanson, bu adamın fotoğraflarını çekmiş albüm için, Jason buna filmlerin banyosu için ve arabayla onca yolu teptiği için para ödemeyi reddetmiş…

Meg – CD’yi de vermemiş!

Jack – Albümün bir kopyasını bile vermemiş! Bunun gibi şeyler, bir milyon tane hikaye anlatabilirim. Bütün bu anlatmaya çalıştığım, ne ekersen onu biçersin. O olumsuzluk ve hile katıyor, sonunda elde edeceği de onlardan farklı değil.

‘Seven Nation Army’i yazıp kaydettikten sonra bomba parçanız olacağını biliyor muydunuz?

Jack – Hayır, böyle düşünmüyoduk.

Meg – Üstelik son dakikaya kadar ilk single’ın hangisi olacağını tartışıyorduk.

Jack – Kimse onu single olarak çıkartmak istemiyordu. Herkes There’s No Home For You Here’ı düşünüyordu. Ben de Seven Nation Army olmasında ısrar ediyordum.

Bir insan yazdığı bir şarkının ne zaman tam olarak ne olduğunu anlar?

Jack – İnsanların birşeyler dinlemek istiyor olmaları büyük birşey. Bir şeyleri bekliyor olmaları. Sanırım bu onlara iyi geliyor. Bildikleri tek şarkı o da olsa bu pek önemli değil. 10 yaşımdayken gittiğim ilk konser Bob Dylan’dı. Blowin’ In The Wind’i çalmasını çok istiyordum, ama çalmamıştı. Kızmamıştım. Bunu yapmamış olmasının kötü olmadığını 10 yaşımdayken anlayabiliyordum. İnsanlar gelip de doğaçlamalarını izlemek istiyorlarsa, ne güzel! İnsanların ilgisini canlı tutmak için iyi birşey. Festivallerden birinde, şarkının girişine başladık ve insanlar akorları bir ağızdan söylüyorlardı. Ben Blackwell (Dirtbombs davulcusu, Jack’in kuzeni) “İnsanların riffi söylediklerine ilk kez şahit oluyorum!” dedi. İnsanlarla bir bağlantı kurabilmekten memnunum. Yapmaya çalıştığımız da bu – insanlarla bağlantı kurabilmek. Eğer bunu yapabiliyorsak, başarılıyızdır diye düşünüyorum.

‘Elephant’ın kayıtları ile piyasaya çıkması arasında neredeyse bir yıllık bir süre var. Bu bekleyişte albüm hakkındaki fikirleriniz değişti mi?

Jack – Gerçekten uzun bir zamandı, ama bildiğim tek şey albüm üzerinde hiçbir değişiklik yapmayacağımdı. Bir yıl sonra bile geriye dönüp miks yapma düşüncesi yoktu kafamda. Bitirdiğimiz zaman ne kadar iyiyse bir yılın sonunda da o kadar iyiydi bizim için. Bunu daha önce denememiştik, albümleri bitirir bitirmez çıkartmıştık.

Her albümde olagelen şeyler var – Elephant için söylediklerime ters gelebilir, diğer üç albümde oraya koymayı istemediğim şeyler vardı. White Blood Cells’ten I Can’t Wait, keşke o şarkıyı kullanmasaydım. Kaydını çok hızlı tamamladık, kayıtlar bittiğinde ise bize hiçbir şey ifade etmiyordu. Bazıları, piyano ile ilk aşamalarını oluştururken bile bir anlam ifade eder, sonra onu canlı ve kendi enstrümanlarınla çalarak ona hayat verirsin. Bazen de işe yaramaz. Ama bazen de ortaya harika bir iş çıkar. Dead Leaves And The Dirty Ground gibi mesela, gitarla çalınınca mükemmel bir şarkı.

Meg – Provalarımızı hatırlıyorum, bizi heyecanlandıran bir şarkıydı, kayda aldığımızda kulağa harika geleceğini düşünüyorduk, ama kayıtları dinledikten sonra o kadar da iyi olmadığını gördük.

Jack – Son zamanlarda herkes çıkıp DeStijl’in en favori albümleri olduğunu söylemeye başladı. Şimdi o albümü dinlemek bana çok zor geliyor, çünkü o şarkılarla o kadar çok turne yaptık ki, bir kısmı hemen hemen hergün çalınıyordu, uzun bir süre boyunca bu şarkıların tempolarını da arttırdık. Şimdi albümü dinlediğimde bana çok yavaş geliyor, dinlerken sanki patlamayı yapacakmış gibi bir beklenti içine giriyorum. Ama işte albümü bitirip tamam dedikten sonra kararına bağlı kalmalısın. Zor kısım bu. İnsanlar bunu yapmak istemiyorlar, tekrar tekrar kaydediyorlar, tekrar tekrar miksliyorlar, remastering’le uğraşıyorlar. Kimisi albümü altı – yedi kere remaster, üç – dört kere remiks edip milyonlarca saati boşa harcıyorlar, en sonunda da gidip bir demoyu dinledikten sonra “Bu demo bile albümün en son halinden daha iyiymiş!” diyorlar.

Söylemek istediğiniz, önemli olanın bu son teknoloji oyuncakların olduğu bir ortamda belli sınırların içinde yaratıcı bir ortamın yakalanabileceği, sonunda çıkan neyse ona sıkı sıkıya bağlı kalınması gerektiği ve dünyayı yerinden oynatan bir albümün iki haftada yapılabileceği mi?

Jack – Evet, hep bunu söylemişizdir. Bence içinde bulunduğumuz zamanda bu çok önemli. Elephant’ın 10 günde kaydedildiğini söylemekten hep gurur duydum, çünkü eşi benzeri yok. Asıl amacımız bunun hakkında kendini beğenmişlik taslamak değil, bunun mümkün birşey olduğunu ispat edebilmek. Kimse yapamayacağınızı söylemedi. Bütün bu büyük albümlere bakın. Her dönemin en iyi yüz albümü listesi vardır, bütün bunlar iki günde kaydedilmiş albümlerdir. Çok azı bir yıl gibi bir süreyü bulmuştur, bundan eminim.

Modern olmak için en modern aletleri kullanmak zorunda olduğunu söylemek yanlış mı?

Jack – Çok acıklı. Amerika’da özellikle bu hava hakim. Herkes istediğini elde edebileceğini düşünüyor. Deniyorlar ve istediklerini elde edebiliyorlar. Şımarık ve açgözlüler. “8 kanallı bir stüdyoda ben ne yapayım? Daha fazlasını istiyorum!” diyorlar. Ama grubun üç kişilik. 24 kanalı ne yapacaksın? Belki George Gershwin’in ancak 24 kanala ihtiyacı olurdu, anlatabiliyor muyum? Bunun faydasını kendi için görürdü, ama sen bas çalıyorsun, şikayetin niye peki? Sana sadece bir kanal yeter! (Gülüyor)

Hep daha büyüğünü, daha iyisini istiyorlar, en yeni aletleri istiyorlar, ama bu gerekli değil ki. Özellikle Amerika’daki insanlar, insanların kendilerine kuralların olduğunu söylemelerinden hoşlanmıyor.

White Stripes’ın bu renkli konseptinin bu kadar uzun bir süre tutunabilmesi sizi şaşırtıyor mu? İnsanlar buna takılsın takılmasın, “hey biz renklerle oynayan çocuklarız!” diyen sanatsal bir konsept bu…

Jack – İşin komik bir tarafı var. Son birkaç haftada neler gördüğümü anlatsam – Black Eyed Peas tamamen kırmızı, beyaz ve siyah kostümler giymiş, başka bir gün kanal değiştirirken rastladım, MTV ödüllerinde Lil Jon The Rapper komple kırmızı, beyaz ve siyah giyinmiş, Green Day’in yeni albümü tamamen kırmızı, beyaz ve siyahtan oluşuyor, Lenny Kravitz’in albümü de öyle, bir müzik dükkanına gidin, baştan aşağı öyle! Bu aralar iki araba reklamı var, Honda reklamında bir araba var, kırmızı, beyaz ve siyahtan legolarla yapılmış, diğerinde de spin atan bir araba var, The Hardest Button To Button klibinden tamamen araklanmış! İnsanlar “Tamam bu renkler size ait değil ama, bir bakın ya şu arabaya, kırmızı, beyaz ve siyah legolardan yapılmış!” Geçen gün Michel Gondry’le konuşuyordum, o reklamı kendisinin çekmesi için teklif götürdüklerini söylemez mi? Hahaha, görüyor musun? Söylemiştim, bir yerlerden bu fikirleri almışlar!

İnsanların buna ilgi göstermesi şaşırtıcı mı?

Jack – Her zaman. Grup hakkındaki herşey için. İnsanlarla bağ kurmak zor, hele konuşarak. İnsanlar kendi esprilerini üretmiyor, diğer insanlardan duyduklarını anlatıyorlar. Espriler kendilerini kanıtlamış, ben sana bunu anlatıyorsam diğer insanların ona güldüklerini bildiğim için ispatlanmış olduğunu biliyorum. Bugün ben de bir tane düşündüm. (Gülmekten katılıyor) Yürüyüşe çıktım, her tarafı kırmızı, beyaz ve siyah olan ne gördüm?

Hmm, bir gazete mi?

Jack – Hayır, benim beynim. Bana komik geldi, ha ha ha!

White Stripes’ın dışındaki hayatı da düşünmüş olmalısınız. Bu sınırlarınızın dışındaki bir hayata sempati duyuyor musunuz? Ya da sınırlarınızı genişletmek?

Jack – Hayır, yerimizde duruyoruz. Sınırlarımızı biliyoruz, ya da kırk yılın başı dışına çıktığımız da oluyor, ama esas olan sınırların varlığı, eğer ortalıkta bir sınır yoksa hiçbir şeyin de anlamı olmaz. O zaman “Nerede şöyle cool bir fotoğraf çektirebiliriz? Hah, şurası iyi. Evet çok cool olduk.” diyen tiplere döneriz, hiçbir şeyin anlamı olmaz.

Herşeyin bizim için bir anlamı var. Cool görüneceğiz diye bir yerlerde fotoğraf çektirmedik hiç. Cool görünen ama bir derinliği olmayan bir fotoğrafı seçmedik. Sınırların içinde oluşumuz onlarla oynayabilmemize imkan veriyor. Oldukça basit bir şeye yeni bir anlam ve derinlik katabilmemizi sağlıyor. Bir erkek ve bir kadın, müziklerinde de üç öğe, devamlı aynı şekilde. Hiç yok olmuyor.

Mesela, Leadbelly 12 telli gitarıyla şarkı yazmaya devam edebilir, sürekli devam edebilir. Bence hiç eskimez. Leadbelly albümleri almaktan bıkmıyorum. Aynı şarkıların olması sorun değil, çünkü her zaman daha önce duymamış olduğum birkaç tanesine rastlıyorum. O kadar çok var ki sanki hepsini dinleyemeyecekmişim gibi, hiçbirini de ezberleyemeyeceğim. Dur durak yok.

Evrim geçirdiğinizi düşünüyor musun?

Jack – Bence öyle birşey yok. Bana göre hala aynıyız.

Ama DeStijl’deki şarkıları iki katı hızlı çalıyormuşsunuz. Müzikal yetenekleriniz gelişti belki de?

Jack – İlk albümü yaptığımızda 16 kanallı bir stüdyoda çalışmıştık. Elephant’ı 8 kanallı bir stüdyoda yaptık, bir tür iniş söz konusu. Peki bu ne? Gerileme! Ben ilerleme olduğunu hiç sanmıyorum. Her zaman sınırların içinde hapsolmuş durumdayız. Eğer gruba birisini katmazsak veya farklı boyutlara geçmezsek farklı bir yerlere varamayacağımızı biliyorum. Ama bence farklı bir boyut olamaz. Gruba kimse de katılamaz. Bu herşeyi mahvetmek olur.

Bir değişiklik olarak Meg ‘Elephant’ta şarkı söylemeye başladı. Bir sonraki albümde bunu daha çok kullanacak mısınız?

Meg – Belki, göreceğiz.

Jack – İstersen hepsini söyleyebilirsin, ha ha ha!

Meg – Sağol be!

‘Cold Cold Night’ı sahnede nasıl söylüyorsun?

Meg – Bunu pek kafama takmıyorum. Kendi sesime artık daha çok alıştım, yine de kendi sesimin kayıtlarını dinlemek bana tuhaf geliyor. Hele o Blackpool konserleri, ıyk! Hastaydım diyorum ya. Kayıtları izledim, aslında iyiydi ama bazı anlarında da kötüydü. Şarkı söylemeye çok alışkın değilim, kendimi dinlemek zor.

Jack – İnsanlar Meg’in şarkılarına bayılıyorlar.

Meg – Neden böyle coşkulu olduklarını anlayamıyorum.

Jack – İnsanlar o şarkıya alıştı. Herkes o şarkıdan bahsediyor. İnsanlarla bağ kurabildi. En az 50 filmde kullanmak için teklif geldi, ama hepsini geri çevirdik, ha ha ha!

Yeni albüm için fikirler oluşmaya başladı mı?

Jack – Evdeyken bayağı bir şarkı yazdım. Aklıma gelenleri anında kaydedebilmek için de minik bir ses kayıt cihazı edindim. Melodiler aklıma geliyordu, sonra unutuyordum. Akıllılık ettim de aldım bunu. Kendine devamlı hatırlatma yapıyorsun. Yeni albüm için bir şarkı vardı, iki yıl önce ıslıkla çaldığım bir melodisi vardı, bir hafta boyunca ıslıkla çaldım, aklımda kalması için devamlı ıslıkla çalıyordum. Ama bir an geldi tamamen unuttum. Bir gün bir arkadaşın evindeyken, bir anda aklıma geldi, ıslıkla çalmaya başladım, iki yıl sonra hatırladığıma inanamadım!

Sigarayı bıraktın mı?

Jack – Sesim gerçekten çok kötüye gitmeye başlamıştı. Üst notalara çıkamıyordum. Eski kayıtlarımızı dinliyordum, o zamanki çıkışlarımı yapamadığımı görüyordum. Ne yapacağımı bilemedim. Bırakmak da istemiyordum. Loretta Lynn ile çalışırken, söylediğim şarkılarında en yüksek aralıktaki notalara çıkabilmem gerekirken çıkamadığımı farkettim. Hiç bitmeyen bir bronşit gibiydi. Bazen bir hafta kesilirdi. Turnede olurduk ve harika söylerdim, ama yine ortaya çıkar ve 6 ay kaybolmazdı. Buna daha fazla katlanamadım. Vokalimi böyle kullanmam benim için çok önemli, sebebi bu.

Meg – Festivallere gitmemizden hemen önceydi, Jolene’i çaldık, onu bu şarkıyı bu kadar rahat söylerken hiç duymamıştım! Çok iyi birşey.

Jack – Eskiden olduğum gibi olmak güzel. Loretta’nın karşısında o notalara çıkamadığımda çok utanmıştım. İyi bir şarkıcı olmadığımı düşünmesi utanç verici.

‘Cold Mountain’ın albümündeki şarkılar folk ağırlıklı, özellikle de ‘Never Far Away’ isimli şarkın. Loretta’nınkiler daha country tarzındaydı. Bu tarz sence sırasını savdı mı bu albümle, yoksa gelecekte kayacağınız yön bu mu?

Jack – Bu şarkıyı albüme koymak istemediler. İlk başta filme de koymak istemediler. Ben de “Keyfiniz bilir.” dedim. Bu şarkıyı kitaptaki karakterler üzerine yazmıştım. Kullanmazlarsa çöpe atardım. Kullandılar, ama sevmiyorlardı. Filmle veya soundtrack’le ilgilenen hiç kimse şarkıyı beğenmedi. Albüm çok iyiydi ama, bütün o müzisyenlerle beraber çalışmak. T-Bone (prodüktör) bu insanlara seslerini duyurabilecekleri bir ortam sağladı, bence harika bir iş oldu!

Loretta ‘Van Lear Rose’u 12 günde yapmaktan keyif aldı mı? Bugünlerde bir country albümü için oldukça hızlı bir süreç.

Jack – İlk başta pek farkına varamadı. Bir ev tuttuk, kayıtları evde yapmak istiyorduk. İlk günün sonunda bana gelip “Jack, kayıtları burada yapacağımızı biliyor muydun?” diye sordu. Evet, burayı seçen de bendim. “Tamam, buraya geleceğimizi bildiğinden emin olmak istedim.” Birkaç gün sonra da “Jack, albümün çıkması için çok sabırsızlanıyorum. Harika olacak!” Onu müzik hakkında bu kadar heyecanlı görmek çok güzeldi. Bütün gün kafa patlatıp duruyordu, devamlı yeni fikirlerle çıkıyordu.

Karakterinden neler öğrendin?

Jack – Çok parlak. Sadece konuşmasından ne kadar iyi bir insan olduğunu anlayabilirsin, şarkılarında bazı şeyler hakkında ne kadar derin düşünebildiğini anlayamazdın. Onların genel fikirler olduğunu düşünürdün. Yüzeysel olarak öyle, ama çok derin düşünceler ve fikirler barındırıyor.

Seninle birkaç albüm daha yapmak istediğini söylüyor.

Jack – Daha fazla yapmak istiyor, ama ben yapabileceğimden emin değilim. Sağlık sorunları var, yaşlandığını görüyorsun. Ama ayakta duruyor, çok güçlü. Hastaneye yatıyor, ama iki gün sonra çıktığında zımba gibi, oradan oraya zıplıyor. Kıçı yerinde durmuyor. Turneye çıkmak istiyor. 40 yıl önce bu işe başladığından beri hiç durmamış ki.

Bob Dylan’la aynı sahneyi paylaşmak nasıl oldu?

Jack – Bunun hakkında konuşamam. Sanırım bunun hakkında konuşmamalıyım.

Bence konuşmalısın!

Meg – Geçenlerde otobiyografisini okuyordum. İyi bir kitap olduğunu düşünüyordum. Çok hoşuma gitti. Çok ustaca yazılmış, bir paragrafın son kelimesi sanki diğerinin başı gibi. Özel hayatını çok iyi korumuş, neyi konuşmak istiyorsa yazmış, neyi konuşmak istemiyorsa yazmamış. Yine de nereden geldiği, olaylara nasıl baktığı hakkında bilmeyi istediğin ne varsa hepsini bulabiliyorsun. Bu kitap sayesinde onu daha çok beğenmeye başladım.

Jack – Ben de okuyacaktım ama içinde hiç resim yoktu.

Onun sahnesine çıkmak nasıl bir duygu?

Jack – Bunu gerçekten söyleyemem, belki başka bir zaman.

Dylan şan, şöhret inancına hep karşı durmuştur. Onu gözünüzde kahraman yapan bu mu?

Meg – Evet, insanlar devamlı onu gözetliyorlardı, onu olmadığı birisi gibi göstermeye çalışıyorlardı. O sadece kendi işini yapmaya çalıştı, insanların ona yakıştırdığı gibi bir neslin sesi olmak değil. Ama onu hiç yalnız bırakmıyorlardı, özel hayatı yoktu.

Jack – Onu bu yönüyle seviyorum. Bugünlerde herkes herşeye hazırmış gibi duruyor, istekli ve her an amade, bir işaretle reality show’ların bir parçası olmak için bekliyorlar. Kimsede o saygınlık kalmamış gibi gözüküyor. Dylan şerefini korumaya çalışanlardandı, 40 – 50 yıl öncesinin insanları için bunu korumak daha kolaydı. Bence dünyanın her tarafında kaybolan birşeyler var. İnsanların şerefli olmaları istenmiyor. Öyle olduğunu düşündükleri insanları alaşağı etmek istiyorlar, bu onları korkutuyor çünkü. Bence bu kıskançlık değil, korku. Günümüzde ünlü olup da şerefiyle yaşayan kim var? O kadar az ki.

Şöhret ve şeref aynı cümlede birbirlerine uymayan kelimeler.

Jack – Evet, ama eskiden böyle değildi. Frank Sinatra böyle bir adamdı. Ama kayboldu, gitti. Bugünlerde bir Frank Sinatra yok, ya da Patti Page yok. Kimler var? Patti Page yerine Ashley Simpson! Bir bakın şu insanlara – Hillary Duff, Ashley Simpson, Paris Hilton! Kim bu sıçanlar? Küçük kızlar bunları örnek alıyorlar, çok kötü! Bu kadınlarda şeref, haysiyet denen şeyden eser yok, ama aileler küçük kızlarının bu sıçanlar gibi giyinmelerine izin veriyor. Peki buna karşın ellerinde ne var? Seçenekleri neler? (Gülmekten katılıyor) Ha ha ha ha! Birisi bana Lindsay Lyon’un albümünde gitar çalmamı sorma cesaretini gösterdi, şu onaltı yaşındaki aktrislerdenmiş ve bir albüm hazırlıyormuş. Ben de, “Hayır!” hahahaha!!

MTV ödüllerinde aldığınız ödülü Lonnie Donnegan’a ithaf ettiniz…

Jack – Onun ülkesindeydik biz! Ne zaman birisi sırtımıza vurup bize ödül ya da onun gibi birşey verecek olsa, ilk düşündüğüm şey bize saygı duyulmadan önce bizim kime saygı duymamız gerektiğidir. İskoçya, aklıma ilk gelen yer. Donnegan’ın müziğimin üzerinde etkisi büyük.

İnsanlar sizin sadece geçmişle bir bağınız olduğunu düşünebilir, bu sizi endişelendiriyor mu?

Jack – Geleceğe bakmak günümüzde zor. Herkesin cep telefonu aynı zamanda kamera, aynı zamanda bilgisayar falan filan. Hepsi bir arada. İleriye bakmak, ileriye neye bakacağız ki? Hiç ilginç değil.

Benim görüşüm, bence folk müziği yine etrafta yeteri kadar var olmalı. Utanç duyulacak bir durum, çünkü günümüzün dünya kültürü çok zenginleşiyor ve bilgisayarlaştırılıyor, ama kaybolan da bu olacak. Kendi müziğimizin ihmal edildiği bir dönemdeyiz, bu şarkıları her ne şekilde olursa olsun yaşatmalıyız. Eğer sahne bulursak, Son House’un şarkılarını çalmalıyız, çünkü onun şarkılarını çalacak kimse kalmadı.

Birisi bunu yapmalı. Bunu yapacak kişi olarak gösterilmekten de bıkmış durumdayım. Müzik dersi veren bir grup olarak tanınmak istemiyoruz. Ama ne zaman evde arkadaşlarla toplansak ve birisi televizyonda MTV’yi açsa, herkes aynı şeyi konuşmaya başlıyor – Neden televizyon iyi değil, neden radyo iyi değil? Sebebi ne? Sebebi bence folk müziğin eskisi gibi ortalıkta dolaşmaması. Nasıl isimlendirirsen, blues, country… Çünkü folk müziği bitti. Herkes bunun için kızgın, ama ben de bunu geri getirmenin üstüme vazife olmuş olmasından sıkılıyorum.

Bu sızlanmalarında belirli bir Amerika boyutu mevcut mu?

Jack – Evet, bence iş yine kurallarda bitiyor. Politika bir yana, insanlar çok kolaylıkla kandırılıyorlar. Daha önce arkadaşlarımızın bizi arkadan vurmasından bahsettik. İnsanlar böyle şeyleri yapmaya nasıl yönlendirilebilirler? Kültürel olarak, insanlar yalanlarla kandırılıyorlar. Bir dergi ya da magazinde ne okurlarsa ona inanıyorlar. Eskiden bir standardı yakalamak için bütün yayın organlarının editörleri çalışırdı – Hayır, biz bunu basamayız. Topluma karşı bir sorumluluğumuz var! Artık kimse bunu takmıyor. İşlerin başındakilerin yalan söylemesi bile kimsenin umurunda değil.

Bu sizi Bush’a Hayır – Savaşa Hayır kampanyalarına isimlerinizi yazdırmanıza itti mi? Tom Waits bile bunun için bir şarkı yazdı…

Meg – Evet, bunlar zor zamanlar. İnsanları herşey için bu kadar obsesif ve kızgın görmemiştim hiç.

Jack – Sanırım İngiltere’de de durum aynı. Eğer bir partiye aitsen, kim için oy verdiğin önemli değildir, bu bir maymun ya da Einstein olabilir, oyunu ona verirsin çünkü o da senin partine aittir. Bu senin kişiye değil partine bağlılığındır. Doğrunun ne olduğu kimsenin umurunda değil. İnsanlar gerçeği bilmek istemiyorlar mı? Neden gerçeği öğrenmeyi istemiyorsun? Herhangi bir konuda?

Meg – Çünkü gerçeği öğrenirsen tembelleşirsin.

Jack – Bence de, çok üzücü.

Meg – Babam hep söylerdi, oy pusulasında hep bir üçüncü adayın olmasını isterlermiş, eğer o aday da yeterli oy alırsa seçimlere dahil edilmeliymiş. İki partili sistemde bir sürü sorun var bana göre. İki şeytandan en az zararlısını seçmek zorunda olman çok kötü bir şey.

‘Coffee & Cigarettes’ isimli film size çok uydu. (Hele tam da sigarayı bırakmadan önce!) Göründüğünüz sahneler çok iyi işlenmiş. Tesla sarımı fikri nereden çıktı?

Jack – Jim’e hep saygı duymuşuzdur, ne kadarında kendi diyaloğumuzu kullanacağımızı bilmiyorduk. Bir kısmında kullandık, Jim geri kalan büyük kısmını da Tesla hakkındaki bir konuşmamızı esas alarak yazdı. Onunla ofisinde buluşmuştuk. Rafta Tesla hakkında bir kitap vardı. Tesla’yı sevip sevmediğini sormuştum, evet demişti.

Meg – Film için farklı montajlarını izliyorduk, o yüzden oradaydık.

JackThere’s No Home For You In Here için onunla klip çekecektik, konusu Tesla ile Edison olacaktı. Tesla’yı ben oynayacaktım, Edison için de belki Philip Seymour Hoffman’ı çağıracaktık. Edison, Tesla’nın alternatif akım teorilerinin tehlikeli olduğunu ispatlamak için bir file elektrik vermişti, ama aslında tehlikeli bir şey yoktu. Bugün kullanılan alternatif akımdır. Ama Edison yine de file elektrik verdi, bunun filmi var, klipte de kullanacaktık. Bunu da biz oynayacaktık, file elektrik veriyormuş gibi. Edison fili öldürüp üzerine boyayla AC yazacaktı. Ben de kendi icat ettiğim şu büyük ölüm ışın cihazını alıp Edison’la laboratuvarında büyük bir kavgaya tutuşacaktım. Edison’ı öldürüp onun kafasını bir ampule çevirecektim. Üstüne de DC yazacaktım.

Meg – Bütçe biraz uçtu ama.

Jack – Jim gelip “Jack bu bize beşyüzbin dolara patlayacak!” dedi. Bütçeyi aşağıya çekemiyorlardı, böylece Coffee & Cigarettes’i yaptık, Tesla işi sonunda buna dönüştü.

Ekranda görünmekten rahat mıydın Meg?

Jack – Güzeldi, Meg iyiydi. Onun bu derece iyi olduğunu farkedince, o ana kadar bunu farkedememiş olduğunu gördüm. Dead Leaves And The Dirty Ground gibi klipleri izledikçe aslında ne kadar da iyi olduğunu anladım. Bunu daha önce farketmemiştim.

Meg – Sağol Jack!

Jack – Bence iyi bir oyuncusun.

Meg – Teşekkür ederim.

Jack – Sanırım bu işleri denedikçe öğreniyoruz.

Eğlendiniz mi?

Meg – Ben çok keyif aldım. Çok rahattım. Jim’le çalıştığımız için rahat olacağımı biliyordum. Bilirsin, kamera arkasında çekilmez olan adamlardan değil. Gerçekten iyi bir insan. Kendi bölümlerimizi oynarken düşündüğümden daha kolay olduğunu gördüm. Yine de bir sürü şeyi ezberlemiştik.

Herhalde 8000 kişinin önünde çıkacağınız aklınıza gelmezdi…

Meg – Yapabileciğimi düşündüğüm hiçbir şeyi bugünlerde yapmıyorum.

Değiştiniz mi?

Meg – Belki biraz. Belki önceki halime göre kendimden eminim, çok da değil tabi.

Her ikiniz de teklif bombardımanına tutuldunuz mu? Size uyanları kabul ediyor musunuz?

Jack – Evet. Yapmak istediğin neyse onu yaparsın. Küçük grupların büyük prodüktörü olmak istemiyorum. Bu işi para için de yapmıyorum. Çok saçma. Yapmak istediğimi yapabiliyor olmam çok iyi bir şey.

Birkaç ay önce Beck’le beraberdim. Bir şarkısında ben bas çalıyordum, o da Fender Rhodes çalıyordu. Şarkı üzerinde çalışmaya başladık, prodüksiyonda Dust Brothers vardı. Ama stüdyo bana göre değildi, koca bir bilgisayar gibiydi. Ne yaptıklarını biliyorlar ve bunda da gayet iyiler. Beck bana şarkıyı yakın zamanda yolladı, ben bırakalı çok da harika şeyler yapmış şarkı üzerinde. Ben de kendi evimde gizli silahımla oynuyorum. Memphis’ten buraya bir pump org getirttim. Orada bir bit pazarından bulmuştum. Pedallarından birisi kırıktı, onu onardım.

Üzerinde çalıştığım başka bir şey de çok ilginç bir proje. Döşemecilik yapan Brian Muldoon ile beraber çalışıyorum, bir albüm yaptık. The Upholsterers olarak bir 45’lik hazırladık. Ben Blackwell’in plak şirketi Cass Records’tan bir albüm daha yapacağız. Bu albüm de 45’lik olacak. Brian dükkanını 25 yıldır işletiyor, Cass Records’tan da Gordy Newton var, bizim amfilerimizi o yaptı. Onu İngiltere’de görmüş müydünüz? Hayır, onları yanımızda götürmemiştik. Amerika’da onun yaptığı amfileri kullandık.

(Meg’e doğru) Bunu sana anlatmış mıydım? Brian’ın 25. yıldönümü için, albüm sadece 100 kopya olacak, ve sadece Brian’ın yapacağı 100 işin içinden çıkacak. Yapacağı 100 koltuk döşeme işi. Sadece onların içinde olacak, satılmayacak. İlginç, değil mi?

Meg – Kırılmamalarını nasıl sağlayacaksınız?

Jack – Bunun için yer çok. Koltuğun kenarları ya da sırtı, oraya yerleştirebilirsin, kırılmazlar. Brian insanların albümü çıkartmak için koltuğu yırtacaklarını düşünüp heyecanlanıyor.

Dave Buick ile beraber yaptığımız kayıtlar, elle boyadıklarımız, (White Stripes’ın ilk iki single’ı) Dave bir tanesinin 2700 dolara satıldığını söyledi. Adamın teki onların sahtelerini çıkarırken yakalanmış ve bir daha satış yapması yasaklanmış. Lafayette Blues’un single’larını maviye boyadığımız konseri hatırlıyor musun? Her birine altı dolar istemiştik. Kimse onu altı dolara almazdı! Hahaha! Sonra onları satışa koyduk ama seçmece yok! Hepsi sırayla gidecekti. Bir sürü insan toplanmıştı ama herkes birisinin çıkıp da ilkini almasını bekliyordu. Hepsinin istediği onuncuydu. Onlardan birinin içinde Meg’in dilini çıkardığı kocaman bir poster vardı, Dave yapmıştı onu. Kimsenin onlara 6 dolar vermeyeceğini düşünürken, şimdi 2700 dolara satılıyorlarmış!!!

Meg – Kimse almazdı ki, kapakları bile yoktu, kendileri yapmak zorundalardı!!

Hayat şimdi daha iyi belli ki – o zamanları özlemiyorsunuz değil mi?

Jack – Hayır özlemiyorum. O zamana dönmek de istemem. Gold Dollar’ın açık olduğu dönem iyi bir dönemdi, Detroit’in müzik açısından en iyi zamanlarıydı. Oraya giderdiniz ve sıcak bir ortamınız olurdu. Şimdi daha zor, arkadaş bildiğim insanlar tarafından arkamdan vurulmaktan bıktım. Bu haksızlık. Bu şehri bile özlemiyorum. Burada rahat etmek eskisi kadar kolay değil. Eskiden ön bahçede davul çalardık ve polis bile gelmezdi. Şimdi çıkıp bahçede çalmak istemiyorum bile.

Belki de büyüdüğünüz için, artık o kırmızı – beyazlı çocuklar değilsiniz. Belki değişimin vakti geldi?

Jack – Bence de. Yolun başında amaçladığımız birçok şeyi elde ettik. Bundan henüz sıkılmış da değilim. Bundan sonra yapacaklarımız beni heyecanlandırıyor. Eğer bu kutunun içinde yaşıyor olmasaydık, hapis olmasaydık heyecanlanmazdım. Eğer birşeyler yaratmak zorunda olsaydık, birşeyleri devam ettirmek zorunda olsaydık, belli bir başarı seviyesini tutturmak zorunda olsaydık bu beni hiç heyecanlandırmazdı. Bu ilham verici olmazdı. Ama içinde bulunduğumuz ortam, çok rahat, beni heyecanlandırıyor. Bu ruhu kaybettiğimiz zaman bu grup için çalışmanın gruba hiçbir faydası olmayacağını bileceğim. Ama halen bu ruh yaşıyor.

Ama kendinize yeni bir kutu oluşturabilirsiniz…

Jack – Başka bir grup mu? Ama hiçbir zaman bunun gibi olamaz. Bütün enerjimi ve emeğimi buna harcıyorum. Üzerinde çalıştığım diğer işler biraz daha özgür ve rahat. Ama White Stripes değil. Burada çok çalışıyorum, bilinçli olarak kendi limitlerimi zorluyorum. Kabul ettiğimiz kurallar devamlı kendimizi zorlamak.

"White Blood Cells’ten sonra birkaç albüm daha ve grup dağılır” demiştin…

Jack – Hala öyle düşünüyorum. Ama bunu çok sık söylediğimiz için cezamızı çektik. Bunu bize o kadar çok soruyorlardı ki – “Elephant’ın son albümünüz olacağını sanıyordum.” İnsanların emekliliklerini ertelemelerinden hep nefret etmişimdir. Emekliye ayrılırlar, sonra geri gelirler, sonra tekrar emekliye ayrılırlar… Saçmalık!! Bunu yapmak istemedim, insanların da bunu düşünmesini istemedim. Bu şekilde dikkatleri üzerime çekmek de istemiyordum. Sadece grubu 20 yıl sürdürmek istemediğimi söylemiştim. İnsanlar ayrıca üçüncü ve dördüncü albümde de üstümüze çok geliyorlardı. Onlar için sanki yeni başlamıştık, ama bizim için yıllar geçmişti.

12 aylık sürede neler yapmayı planlıyorsunuz?

Jack – Büyük bir ihtimalle Brendan Benson ile beraber çalışacağız. Evinde kayıtlar yapacağız. Bana çok yakın oturuyor. Albüm hakkında henüz kararlaştırılmış şeyler yok. Tek yapabileceğim birkaç melodi mırıldanmak.

Bütün gece benim!...

Jack – Önceden kararlaştırdığımız hiçbir şey yok gerçekten. Ama bilemiyorum, önümüzdeki birkaç ayda işleri ilerletebiliriz. Eğer bittiyse, tekrar kapanıp üzerinde sonsuza kadar çalışmayız. Yazmak için biraz daha çalışacağımızı biliyorum, kayıt için de bir hafta gibi bir zaman. Ama ne zaman olacağını bilemiyorum. Brendan bir ay sonra turneye çıkıyor. Evinde çalışabiliriz, bence iyi bir fikir. Ama tarih bilemiyorum, gelecek sene olabilir. Uzun süredir ara verdiğimizi düşünüyorum, ama ihtiyacımız da vardı hani. Bir yıl boyunca neredeyse hiçbir şey yazmadım. Sadece konser vermeyi bırakmayı düşünüyordum. Şimdi aklımda bir sürü şey var, şimdi tekrar çıkıp bu şarkıları çalmak istiyorum. Gerçekten iyi şarkılar oldular.

Detroit’ten taşınmayı düşündünüz mü?

Jack – Bilmiyorum, belki olabilir. Detroit’in bana faydasından çok zararı olduğunu düşünüyorum.

Nereye taşınmak isterdiniz?

Jack – Buradan daha güzel birkaç yer var. Mesela güney. Gerçek Amerika orada, bu ülkenin kültürünün son kalesi orası. Halen o dağ şarkılarını taşıyan Apalaşlar’ın bir kısmı mevcut. Bunu büyük şehirlerde bir daha bulabileceğini hiç sanmıyorum. Detroit’in 1920’lerde 1930’lardaki halini anlatan kitaplar okuyorum, o zaman o kadar güzel bir şehirmiş ki, ama mahvedilmiş. Öyle kalsaymış ne kadar mükemmel olacağını düşünüyorum.

Meg - Geçen gün sorunun ne olduğunu buldum?

Jack – Neymiş?

Meg – Okuduğum şu kitapta yazıyor. Küçük, cüce ve kırmızı bir şeytan varmış ve şehri kolaçan edermiş, ve her kötü olaydan önce birisine görünürmüş. En son bir Cadillac’ın içinde görülmüş.

Jack – Detroit’te küçük kırmızı bir şeytan mı? Mükemmel, mükemmel…

---------------
Birkaç dipnot:

-Jack White’ın asıl ismi John Anthony Gillis, 1975’te doğdu, 9 kardeşi daha var.
-Jack Meg ile 1994’te Detroit’te bir café’de tanıştı. Jack o zamanlar bir döşemecinin (Brian Muldoon) yanında çıraktı, Meg de barmaid’lik yapıyordu. 2 yıl sonra Detroit’te aile fertleri ve birkaç arkadaşın huzurunda evlendiler. Jack Meg’in soyadını aldı.
-White Stripes ilk konserini 1997’de, Meg davul çalmayı öğrendikten iki ay sonra verdi. İlk single’ları Let’s Shake Hands aynı yıl Italy Records’tan çıktı.
-Kendi isimlerini taşıyan ilk albümlerini 1999’da Jack’in evinde tavanarasında kaydettiler.
-Jack ve Meg 2000 yılında boşandılar. İlk tanındıkları zamanlar kardeş oldukları söyleniyordu, ama 2002 yılında internette evlilik ve boşanma belgeleri dolaşmaya başladı.
-John Peel 2001 yılında White Blood Cells’in bir kopyasını aldı. Grubu radyo programında tanıttı ve övdü.
-Jack 2002’de Cold Mountain’in çekimleri sırasında Renée Zellweger ile tanıştı ve beraber olmaya başladılar.
-Yine 2002’de Jack, Detroit’te bir kulüpte Jason Stollsteimer’a saldırmaktan (ilk albümünün prodüksiyonunu Jack yapmıştı) tutuklandı.

1 Comments:

Blogger dide said...

tamamını okumaya lenslerim vefa etmedi ama seviyoruz dinlyoruz kendilerini efe'm.

4:04 ÖS  

Yorum Gönder

<< Home