Çarşamba, Mart 08, 2006

Pink Floyd Bölüm III


Bölüm III – Çözülmeler – The Wall Sonrası Pink Floyd

The Wall’un başarısı grubun çözülmesinin alevlerini körüklemekten öteye gidemedi. 80’lerin başlarında grubun her bir üyesi kendi solo projeleri ile ilgileniyordu. Gilmour lisedeki grubu Joker’s Wild’ı tekrar bir araya getirerek kendi adını taşıyan ilk solo albümünü çıkardı. Grup gitar ve vokalde Gilmour, basta Foreigner’dan Rick Wills ve davulda Willie Wilson’dan oluşuyordu.

1983’te kaydedilen The Final Cut – pek tesadüfi değil – ruh taşımayan bir çalışmaydı. “Bu zaten Roger’ın bir solo albümüydü. Biz bir şekilde içine çekilmiş olduk.” diye hatırlıyor Mason.

1984’te gelen Gilmour’un ikinci solo albümü About Face ile beraber, The Wall’dan sonra gruptan ayrılan Wright’ın yeni grubu Zee ile çıkardığı Wet Dream, Waters’ın ilk solo albümü The Pros And Cons Of Hitchhiking ve Mason’ın ilk solo albümü Fictitious Sports piyasadaydı.

Waters solo projesini The Wall ile beraber yazmıştı. “Albümün fikri The Wall ile aynı zamanlarda ortaya çıkmıştı. Her iki albüm için de demo teypleri hazırlamıştım. Sonra bunları gruba dinletip “İkisinden birini seçelim, diğerini ben kendim yapacağım.” demiştim. Grup olarak The Wall’u seçince diğeri bana kaldı.

1986 yılında Waters, Gilmour ve Mason’ı “boşa harcanan bir emek” olarak değerlendirip Pink Floyd ismini kullanmamaları konusunda dava edince avukatlar arasında “Gerçek Pink kim?” tartışması başladı. İki taraf da birbirine karşı acımasız bir basın savaşı açmıştı. Hayran kitlesi açısından durum farklıydı. Bir anlamda bir grup fiyatına iki tane performansının zirvesinde albüm ve rock şovu elde etmişlerdi – Pink Floyd’un A Momentary Lapse Of Reason’ı ve Roger Waters’ın Radio K.A.O.S.’u. Ama bunun bedeli ağırdı. Pink Floyd’un gerçek varisinin ve grubun servetinin hak sahibinin kim olduğu için verilen mücadelede Waters, Gilmour ve Mason yirmi yıl önce onları bir araya getiren her türlü kişisel arkadaşlık, yoldaşlık ve müzikal birlikteliği bir anda silip atmışlardı. The Wall’u yaratan müzisyenler artık kendilerine ait bir duvarla yüzleşiyorlardı – onları birbirinden ayıran bir duvar.

Diğer Floydlar ve kendi arasında uçuşan suçlamalar hakkında sorulduğunda Waters Don Henley’in Long Way Home’undan bir alıntıyla karşılık veriyordu: “Her hikayenin üç tarafı var, seninki, benimki ve soğuk, sert gerçekler” Ve Floyd Waters’a karşı davasında gerçek olan birbirlerine artık tahammül edemiyor oluşlarıydı.

Gilmour ve Mason’a göre Waters küstah, egomanyak ve bütün güven ve ödüllere aç birisiydi. Waters’a göre de Floyd’lar tembel, açgözlü yaratıklardı, kendi deyimiyle “iyi niyeti ve Pink Floyd’un ismini kullanarak” bir albümü çalmış kendilerine multimilyon dolarlık bir emeklilik yuvası sağlayacak bir turneye çıkmışlardı.

Hayranlar ise her şekilde biraz Floyd veya biraz Waters tatmaktan memnundular. Yirmi yıllık basın cephesi suskunluğu ve az çıkılan turneler rock kamuoyunu içinde Floyd olan herşeye aç hale getirmişti. Ama kamuoyunun coşkusu ve desteği her zaman suçlamaların patırtısını ve avukatların çantalarının devamlı açılıp kapanmasını bastıramıyordu. Gilmour A Momentary Lapse Of Reason’ın kayıtları ve turne hazırlıkları esnasında hemen her gün avukatları ile konuşarak davanın gidişatı hakkında planlar yapıyordu. Gilmour’a göre Waters’ın 1983’te çıkardığı anti savaş destanı The Final Cut’tan sonra yayılan dağılma söylentileri çok zamansızdı. Waters’ın solo projeye dönmesi grubun sonu anlamına gelmemişti, en azından Gilmour ve Mason için.

Bunun bir son olduğunu hiç düşünmemiştik.” diyor Gilmour. “Ama gittikçe artan söylentiler ve en sonunda Roger’ın ağzından duyduklarımız bir çığ gibi çarptı. Habire “Hayır, biz ayrılmadık!” diye basın açıklamaları yapamazdık. Değmezdi. Fikrimiz, benim fikrim, bir albüm daha yapmaktı.

Gilmour ve Mason’a göre, Roger Aralık 1985’te grubun plak şirketlerine, Amerika’da Columbia ve İngiltere’de EMI’ye gönderdiği mektuplarda grubu bıraktığını açıklamıştı. “Tartışmalar yaşıyorduk.” diyor Mason. “Birşeylerin olacağını biliyorduk.” Roger’a göre bu onların da sonu olacakmış.

Toplantılar yapıyorduk, bunlardan birisinde Roger “Sizinle artık çalışmayacağım.” demişti. Bana “Devam edecek misin?” diye sorardı, ben de “Bilmiyorum, ama ne zaman iyi ve hazır olursak herkese planın ne olduğunu anlatacağım, ve devam edeceğiz.” derdim. Bana kalırsa mektubunun bir amacı da kısmen bizi birşeyler yapmaya itmekti.” diyor Gilmour.

Mason, “Bunu yapmayacağımıza çok fazla inanıyordu.” diye ekliyor. “Ya da yapamayacağımıza.” diyor Gilmour. “Bazı toplantılarda “Bunu asla yapmayacaksınız, lanet olsun!” derdi. Kelimesi kelimesine. Hatta biraz daha sert bir şekilde.

Waters ve diğer Floyd’lar, özellikle de Gilmour uzun bir süredir, ta 1972’de Dark Side Of The Moon’un kayıtlarından beri bir çatışma içindelerdi. Albümün miks aşamasında bulunmak için prodüktör Chris Thomas çağrılmıştı, çünkü Gilmour ve Waters albüm soundu hakkında radikal bir tartışma içindeydi. Sonraları Waters grubun kavramsal yönü ve müziği üzerinde daha büyük bir sorumluluk iddia etmeye başlayınca işin boyutu daha da sertleşti.

Gilmour’a göre Waters, “Kendini grubun merkezi olmaya zorluyordu. Tek istediği buydu. Bunun iyi bir şey olmadığını hissediyordum, eminim Nick de öyle hissediyordu. Roger biraz daha geri adım atmayı deneseydi veya diğerlerinin de katmak istediklerine biraz daha açık olsaydı daha iyi albümler yapabilirdik. Biz sanki ona bağlıymışız, ona dayanıyormuşuz gibiydi, ama öyle değildi. Kendini o mevkiye getirmek için verdiği çabayla ilgili bir şeydi, çok sertti ve bu tür bir mücadele için daha fazla gücü vardı.

The Wall’un yardımcı prodüktörü ve hakemi Bob Ezrin’e göre de ağız dalaşı asla bariz bir kavgaya dönüşmemişti.

Suratlarındaki o İngiliz gülümsemesi ve yumuşak sesleri ile devam ediyordu bu kavga. Ama basitçe “Senden nefret ediyorum ve seni öldüreceğim.” diyorlardı. Bu iki adamın arasındaki savaş inanılmazdı.

Ama o nezaketleri nedense Waters’ın İkinci Dünya Savaşı’nda ölen babası hakkındaki The Final Cut’ın kayıtları esnasında kaybolmuştu. Waters eseri sahipleniyordu, albüm kendi kaybı hakkındaki takıntısı ve çoğunlukla anlamsız fedakarlık bekleyen politikacılar ve generallere karşı duyduğu aşırı hiddetin çok kişisel bir dışavurumuydu. Gilmour Waters’ın albüm hakkındaki şevkini paylaşmıyordu. Bazı şarkıların orijinal The Wall demolarından arta kalanlar olduğuna dikkat çekiyordu.

Benim kasıtlı olarak ona engel olduğumuz söylüyordu.” diyor Gilmour. “Eleştirilerim ve itirazlarım mümkün olduğu kadar yapıcıydı. The Wall gibi albümlerin yaratılmasında da kullanılan yapıcı eleştirilerdi.

Waters bu açıdan göremedi diyor Gilmour. Eğer Gilmour onu yardımcı prodüktör olarak göstermezse bütün albümü çöpe atmakla tehdit ediyordu. Gilmour bunu kabul etti, ama ona ait olan ekstra prodüktör ayrıcalıklarını kendine sakladı.

İşler sonunda bu boyuta vardı, sefil bir dönem. Waters bile o dönemi sefil olarak tanımlar, ama bana göre işleri bu hale sokan oydu.

Waters’a göre albüm orijinal olarak The Wall demolarından arta kalan şarkılardan oluşacakmış ve bir şekilde albümle bağlantılı olacakmış. “Sonradan babam hakkında yazmaya başladım. İnişli çıkışlı bir dönemdi, kendimde değildim. İşin aslı bu albümü yapan bendim. Dave de beğenmedi, ve bunu dile getirdi.” Albümü Gilmour ve Mason’ın üzerine yıktığı söylentilerine de tepki gösteriyor:

Onlara “Belki de bu bir solo albüm olmalı. Harcadığınız parayı size geri ödeyeceğim ve bunu solo olarak devam edeceğim.” dedim. Ama kabul etmediler. Şarkıların ağaçta yetişmediğini biliyorlar, bunun bir Floyd albümü olmasını istediler.

Albüm Pink Floyd adıyla çıktı. Bu üçlünün (Wright o ara grupta yoktu) devam edeceğini düşünenler hayal kırıklığına uğrayacaklardı. Waters’ın Gilmour’la paylaşacak birşeyi kalmamıştı. Gilmour da Waters’ın liderliğindeki Pink Floyd’da sadece müzisyen sıfatı olarak kalmaya niyetli değildi. Waters ile özel bir arkadaşlığı olan Mason bile Gilmour tarafını tuttu.

Dave Final Cut turnesinde kendini çok rahatsız hissediyordu. Bunun hiç adil olmadığını düşünmeye başlamıştım.

İş hukuksal platformda ciddi bir anlaşmazlığa dönüşmüştü. Waters Pink Floyd’un bir grup ve müzikal beraberlik olarak bittiğinde ısrar ediyordu. Gilmour’un durumuysa sadece Waters öyle dedi diye bunun gerçek olamayacağıydı. İşin ilginç yanı, bütün bu karmaşıklığa yol açan şey Pink Floyd isminin kullanılması sorunu değildi, buna paralel gelişen bir sorundu. Waters’a göre:

1985’in başlarında grubun uzun süre menejerliğini yapmış olan Steve O’Rourke ile olan anlaşmasını Pink Floyd’un gelecekteki işleri üzerindeki zorunlulukları hakkındaki – Eğer ortada bir grup yoksa gelecekte Pink Floyd albümleri nasıl çıkabilirdi? – ve kontrattaki maddelerin yerine getirilmemesi halinde doğacak zararlar ile ilgili anlaşmazlıklar yüzünden feshetti. Waters O’Rourke’a anlaşmaya göre altı aylık bir süre vermişti. Oysa O’Rourke anlaşmanın kurallara aykırı biçimde bozulduğunu söylüyordu. Waters daha sonra Gilmour’a bir takım fedakarlık anlaşmaları sundu, bunlara göre eğer O’Rourke’u bıraktığını onaylarlarsa Pink Floyd ismini onlara verebilecekti. Böyle yaparak Gilmour ve Mason’un grubun adıyla devam edebilecekleri riskini de almış oluyordu.

Haziran 1986’a O’Rourke menejerlik anlaşması ve hakları konusunda Waters’ı dava etmeye hazırlanıyordu. O dönemde Waters, Gilmour ve Mason’a “Beni dinleyin, eğer o kağıtlar bu kapıdan içeri girerse hepimiz mahkemeye gideriz. Siz Pink Floyd olarak yola devam ederken ben yıllar boyunca mahkeme koridorlarında çürümeye niyetli değilim.” diyordu.

Aynı yıl Ekim’in 31’inde Waters, Pink Floyd ismini kullanmamaları konusunda Gilmour ve Mason’ı mahkemeye verecekti.

Waters Gilmour ve Mason’ın Pink Floyd’un isim hakkını kullanmalarına karşı oluşuyla önceki görüşü hakkındaki tutarsızlığın farkındaydı. Ama ona göre “sessiz ve sakin bir hayat” içindi hepsi.

Bu iki yıl önceydi (1984), inanın bana. Son iki yıldır hayatımda tek eksik olan şey sakinlik. O zaman da yanlış olduğunu düşünmüştüm. Şimdi de düşünüyorum. Pink Floyd ismini kullanmamaları lazım bence. Bazı bağlantıları sağlamam iki yılımı aldı. Şimdi ortada dava var, ve mahkemede sonuçlanacak. Dava, Pink Floyd’un ismini kimin kullanacağı. Bu yasal bir konudur, mahkemeye gidersin ve onun için savaşırsın.

Diğer konu daha farklıydı, bir rock grubu nedir veya ne değildir? Beatles kimdi? Paul McCartney ve Ringo Starr Beatles mıydı? Ama değildi, John Paul Jones içinde olsa bile The Firm’in Led Zeppelin olamayacağı gibi. Gilmour Waters’ın iddialarına daha basit bir şekilde karşılık veriyordu:

Ben bu gruba hayatımın azımsanmayacak bir bölümünü adadım. Bu kabul edilemez bir durum, eğer dışarıda bırakılacaksam lanetlenmiş olmalıyım. Çok inatçı birisiyimdir, kısmen bana ait olduğunu hissettiğim birşeyin dışında bırakılmayacağım.

Waters’ın ayrılışı grubun geri kalan üç üyesinin (1980’de gruptan sessiz sedasız ayrılan Wright yeni albüm ve turne için geri dönmüştü) yaratıcılığını tetikleyerek bir başka Pink Floyd klasiğinin ortaya çıkmasını sağladı. 1987 tarihli A Momentary Lapse Of Reason, Waters olmadan Gilmour ve Mason’ın ne kadar Pink Floyd olabileceğine dair bir kanıttı. Albüm uluslararası arenada grubun geri dönüşü olarak anıldı. Gücünü toplayarak yollara düşen üçlü, canlı performanslarının doruğundaki konser albümleri Delicate Sound Of Thunder ile 1988’te yine zirvedeydiler. İki albüm toplamda 11 milyonluk bir satış rakamına ulaşırken, konser albümü Soyuz-7’nin Sovyet ve Fransız personeli tarafından dinlenerek uzayda çalınan ilk rock albümü oldu.

Albüm ve turne bizim için rehabilitasyon gibiydi.” diyor Gilmour. “Üçümüz oturup çaldığımızda, ortaya çıkan Pink Floyd’dur. Burda çok belirgin bir değer var, benim için çok önemli. Herhangi birinin egosundan daha yüksek bir duygu. Bu albümü yaparken hiç “Kulağa Floyd gibi gelmiyor, biraz daha Floyd sounduna çalışalım.” demedik. Şarkılar oturana kadar üzerinde çalıştık sadece. Ne zaman iyi ve doğru sounda ulaştılar, o zaman Pink Floyd olmuşlardı.

Waters ise grubun yoluna devam etmesiyle “The Wall’u stadyum rock’ına bir başkaldırı olarak yazdım. Şimdi Pink Floyd bunu stadyumlarda çalarak para kazanıyor! Ne acıklı, benim eserimin içine ediyorlar!” diye tepkisini dile getiriyordu.

Dava mahkemeye taşındığı zaman bir jürinin tek bir albüm dinlemekle kimin Pink Floyd ismine sahip olacağı hakkında adil bir karar vereceğini düşünmek doğru olmaz. Waters ve Gilmour da bunun farkındaydı, yasal veya değil, herhangi bir anlaşma ya da yargı kararı kendi taleplerini karşılayamayacaktı.

İdeal anlaşma yıllar önce hepimiz oturup el sıkıştıktan sonra yapılabilirdi.” diyor Waters. “Şunu anladım ki dünyadaki hiçbir mahkeme neyin Pink Floyd olduğu ve neyin olmadığı saçmalığı hakkında en ufak bir ilgiye sahip değil. Bundan tek alabileceğim şey bir dilim.

Bu çözüm hiç kimseyi tatmin etmeyecek.” diye ekliyor Gilmour. “Ama gerçekliği yansıtan bir şekilde çözülecek. Ve umarım çok yakında çözülür.

En başında, Londra’nın 1966-67 underground sahnesinde Syd Barrett vardı, Pink olarak o kabul ediliyordu. Cambridge’li bir sanat öğrencisi olarak Pink Floyd’u 1965’te Londra’da mimarlık okuyan Cambridge’ten lise arkadaşı Waters ve onun sınıf arkadaşları Mason ve Wright ile kurmuştu. Gruba ismini veren Barrett’tı. (Blues sanatçıları Pink Anderson ve Floyd Council’in isimlerini birleştirerek) Şarkıların çoğunu söylüyor ve gruba karizma kazandırıyordu. Ekzantrik ilhamları ve düzenli kullandığı LSD’nin tripleri altında, acemi Floyd’u 1967 çıkışlı ilk albümleri Piper At The Gates Of Dawn’da yansıttıkları sıradışı melodik keşifleri ve rock heyecanları ile ileri taşıyordu. Barrett’ın maceraperest dehasının bir diğer kanıtı da, Waters’ın Radio K.A.O.S. turnesi boyunca her gece dev ekranda gösterdiği ve sonunda “Büyük Syd Barrett, unutmuyoruz” dediği, grubun ilk single’ını tanıtmak amaçlı kullandıkları 1967 tarihli siyah beyaz bir filmdi.

Syd’in şarkılarının şaşkına çeviren yönü, fikirlerin ve kelimelerin saçma ve çılgın bir şekilde dizilmiş olmasının yanısıra insaniyeti yansıtan kuvvetli bir olgu olmasıydı. Şarkılar insanın özü hakkındaydı. Benim de her zaman yapmaya çalıştığım bu. Onunla kuvvetli bir bağım olduğunu hissediyorum.” diyor Waters.

Bu bağlantı 1967’nin sonlarına doğru daha karanlık bir dönemece girdi, kullandığı asidin ve başarının getirdiği yükü omuzlarında taşıyamayan Barrett’ın ruhsal dengesizlikleri artan bir ivmeyle büyüyor ve artık aklını kaçırıyordu. Asla iyileşemedi. Kendisi de Cambridge’li olan Gilmour, Syd’in gitar ve vokal görevini devralmak için gruba katıldı. O dönemde, iki büyük hitleri (Arnold Layne ve See Emily Play) olmasına karşın Pink Floyd dibe vurmuş ve herhangi bir şarkı yazarı ve gidecekleri bir yönleri olmadan sürükleniyorlardı.

Boş bir sayfaydı...” diyor Gilmour. “İlk arzum grubu hizaya getirmekti. Şimdi komik geliyor, ama gruba katıldığım zamanlar çok kötü bir durumda olduklarını düşünüyordum. Syd’le beraber çıktıkları konserler tamamen disiplinsizdi. Liderleri çöküyordu, tabi grup da öyle.

Pink Floyd sonraki dört yılı uzayda gibi geçirdi. A Saucerful Of Secrets, Ummagumma, Atom Heart Mother ve Meddle gibi albümlerde uzun deneysel doğaçlamalarla elde ettikleri ve albüm geneline yayabildikleri melodik temalar ve pivot rifflere dayanan bir şarkı yazma stili geliştirdiler. Grubun antipop estetiği ve hayalgücüne dayalı şarkı mimarisi İngiliz progresif rock’ının 1970’lerdeki yükselişinden büyük ölçüde sorumlu olsa da, Waters kendilerine yakıştırılan uzay müziği etiketinden rahatsız olmuştu.

Uzay hadisesi tam bir şakaydı. Hiçbir şarkı dış uzay ile ilgili değildi. Hepsi iç uzay ile ilgiliydi. İnsanlar ve iç dünyaları, Syd’in veya benim şarkım olması farketmez. Hepsi aynı konuyla ilgiliydi.

Grubun iç dünyayı keşfi 1973’te tüm zamanların en çok satan plaklarından birisi olan Dark Side Of The Moon’la sanatsal açıdan doruğa ulaştı. Benzersiz konsepti, titiz kayıtları ile grup geleneksel şarkı yazımının katı yüzünü kendine has kompozisyon stiliyle paramparça etti ve en umulmadık beklentilerin de ötesinde bir başarı elde etti. Albüm ayrıca Floyd’un dehalarını ortaya koyarak ortaklaşa kotardıkları son albümlerden biriydi. Sadece Waters’ın yabancılaşma, şizofreni ve ölüm ile ilgili gözlemlerinin sözlere yansıması değil, aynı zamanda Gilmour ve Wright’ın enstrümantal fırça darbeleri, özellikle de Wright’ın caz kokan minör-yedili akorları albümün gücünün temel taşlarıydı. (Wright Time’ın nakaratı için Miles Davis’in Kind Of Blue albümündeki So What’tan esinlenmişti.)

Herkes bitmiş şarkılarla geliyordu.” diyor Wright. “Mesela Us And Them benim üzerinde çalıştığım bir piyano parçasıydı. Onlara çaldım, hoşlarına gitti. Roger arka odaya gidip sözlerini yazmaya başladı. Oysa Echoes gibi şarkılarda hepimiz stüdyoda oturup düşünür, çalar, fikirleri bir şekilde uydurmaya çalışırdık. Çalışmak için iyi bir yöntem, bence Floyd’un en iyi işleri bu yöntemle ortaya çıkmıştır.

Dark Side Of The Moon’un Pink Floyd üzerinde iki etkisi oldu. İlki, çok hızlı gelen rock yıldızlığıydı, bir gecede saygın saykedelik sanatçılardan ve FM-Radyonun kült kahramanlarından fanatik hayranlık objelerine dönüşmüşlerdi.

İnsanların şarkıları ıslıkla çalmalarından duyduğum siniri üzerimden atabilmem yıllarımı aldı. Birisini ıslık çalarken duyunca “Sessiz olun!” diye bağırırdım.” diye hatırlıyor Waters.

Diğer büyük etki de Waters’ın The Wall ve The Final Cut’ın ortaya çıkmasıyla sonuçlanan, kurgusal şarkı yazımı, büyük temalar ve teatral anlatımlara olan ilgisinin artmasıydı.

Grubu her zaman konu kavramında belli yerlere doğru zorluyordum…” diyor Waters. “Hep direkt olmaya çalışıyordum. Görsel olarak bütün gereksiz detaylardan kaçınıyordum. Bir anlam ifade eden ve yoruma mahal bırakmayacak görsel malzeme kullanmak istiyordum.

Gilmour ekliyor: “Hiçbirimizin Roger’ın ilgi duyduğu konularda ondan farklı düşündüğümüzü sanmıyorum, aynı fikirde sayılırdık. The Wall için konseptin bir kısmında – seyirciyle aramızda bir duvarın olması – onunla aynı fikirde olmasam da konunun çok iyi olduğunu düşünüyordum. Babam savaşa gidip orada ölmedi, bu kısım da bana uygun değil, ama ona kurgusal gözle bakıyordum.

Gilmour’un bu bakış açısı Waters’ın Floyd’un diğer üyelerine tanıdığı boyut kadar olabilirdi ancak.

Şarkı yazma aşamasında bir başkası için yeterli boşluk yoktu.” diyor Waters. “Eğer ortada uygun akor bölümleri varsa, onları kullanırdım. Gilmour’un, Mason’ın veya Wright’ın söz yazmasının bir anlamı yoktu. Çünkü asla benimkiler kadar iyi olamazdı. Gilmour’ın sözleri son derece üçüncü sınıf. Hep de öyle olacaklar. Benimkilerle kıyaslandığında eminim o da kabul edecektir. Ben gitar solosu atmıyordum, o da şarkı sözü yazmıyordu.

Kısaca, Pink Floyd artık prodüktör Bob Ezrin’in de dediği gibi “Roger Waters Gururla Sunar” durumundaydı. Materyalleri yazıyor, provaları yönetiyor, konser sunumları üzerinde çalışıyor ve diğerlerinin katkılarını kendi işlerine uyguladığı katı sanatsal standartlar çerçevesinde yargılıyordu. The Wall’un kayıtları sırasında Richard Wright’in kovulması insiyatifini de üzerine almıştı. Ama Wright’in gruptan çıkışı hakkında farklı yorumlar var.

Bu olayla ilgili söylenenler sanki hepsi benim kaprisimmiş gibi, bunların hepsi saçmalık.” diyor Waters.

Waters, Wright’in stüdyo performansının standartların altında olduğunu, yıllardır gruba müzikal bir katkı sağlamadığını (Wright’ın ismi 1975’in Wish You Were Here’ından beri grubun şarkı yazarı listesinde yer almıyordu) iddia ediyordu. Bob Ezrin ise Wright’ı “Waters’ın barbarvari zulmünün bir kurbanı” olarak tanımlayacaktı.

Rick ne yaparsa yapsın Roger’a yaranamıyordu. Roger’ın onun başarısına hiç ilgisi olmadığını düşünüyordum.

Wright, Waters ile arasındaki sürtüşmeyi diplomatik olarak “ağır bir kişisel sorun” olarak tanımlıyor, öyle ağır bir sorunmuş ki Waters Wright’ın grubu terk etmemesi durumunda albümü geri çekmekle ve solo bir proje olarak kendi başına yapmakla tehdit etmiş.

Gruptan memnun değildim zaten.” diyor Wright. “Grubun gittiği yol, havası. Bu adamı aşağılamaya çalışmıyorum, bence çok üstün fikirleri var. Ama beraber çalışması aşırı zor bir insan.

O dönemde Pink Floyd, gruptaki herkes için, Waters’ın bile inkar edemeyeceği bir şekilde içinde çalışılması çok zor bir ortam haline gelmişti.

Sanırım iş bir rock and roll grubu olduğumuz gerçeğine gelip dayanıyor.” diyor Waters. “Rock and roll grubundaki insanlar ilgiye açtır. Grubun dinamiği üzerinde asla bir görüş birliğine varamıyorduk, kimin ne yaptığı ve neyin yanlış, neyin doğru olduğu hakkında. Başlangıç olarak öfkeydi, ama sonlara doğru imkansız bir hiddete dönüşmüştü.

Waters için birçok uzun soluklu Pink Floyd hayranının grubun içindeki yaratıcı dinamiğin şaşkınlığı içinde olduğunu ve bunun 70’lerde çizdikleri az tanınan profillerinin bir yan etkisi olduğunu öğrenmek bir hayalkırıklığıydı.

Ne kadar çok insanın kim olduğumu ya da Pink Floyd içinde neler yaptığımı bilmiyor olduğunu öğrenmek çok sinir bozucuydu. Bir uçağa binerdik, insanlar hangi gruptan olduğumuzu sorarlardı. Onlara Roger Waters olduğumu söylerdim, ama bir anlam ifade etmezdi. Pink Floyd’dan bahsettiğim zaman, “Ah, Money, The Wall’a bayılıyorum.” derlerdi. Gizlilik istiyordum. Evet, bunu elde etmiştim. Bir şekilde özel ve gizli kaldık. Ama şimdi geçmiş yirmi yılın bir anlamı yokmuş gibi geliyor.

Bunu söylemesi çok komik. Nick Mason da geçenlerde Waters, devam eden davalar ve yeni Floyd albümü hakkındaki tüm sorulara cevap verdiği bir telefon röportajı yapmış. Röportajın seyrinde Syd Barrett’tan da bahsetmiş.

Sonra gazeteci “Dur bir dakika, Syd Barrett da kim?” dedi. Bana çok dokundu açıkçası. Pop müzik yazmaya daha yeni başlamış. Syd veya erken dönem geçmişimiz hakkında hiçbir fikri yoktu. Belki de yirmi yıl sonra, eğer yine ortalıkta olursak insanlar “Roger Waters da kim?” diyecekler.

Gilmour’un Waters’sız ilk Floyd albümü için düşündüğü ilk isimlerden birisi Delusions Of Maturity (Olgunluğun hayalleri) idi. Waters bunu beğenirdi. Yeni Floyd albümü hakkındaki ne düşündüğü sorulunca lafını sakınmıyor:

Bence çok cana yakın görünen, akıllıca işlenmiş bir hileden başka birşey değil. Eğer çok dikkatli dinlemezsen kulağa aynen Pink Floyd gibi gelecektir. David Gilmour gitar çalıyor. Herkesin Pink Floyd beklentisini karşılayacak bir albüm yapmak niyetiyle yola çıkınca bu tür sınırlı bir amaca ulaşman kaçınılmaz. Ama bence şarkılar çok zayıf. Sözleri ise aklım almıyor. Yine de başarılı olacağından eminim.

Floyd’un Dark Side sonrası albüm liste başarısı kendini yine gösteriyordu. Yayınlandıktan sonraki üçüncü haftada A Momentary Lapse Of Reason Billboard’un ilk 10’una girerken Waters’ın Radio K.A.O.S. ilk 100’ün son sıralarında geziniyordu. Tabi sayılardan daha fazlası da var. Momentary Lapse’in artan satış yüzdesi rock dinleyicisinin Pink Floyd ismine olan güveninin sağlamlığının bir simgesi. Albüm daha onu dinlemeyen yığınla insan varken müzik dükkanlarının raflarında tükeniyordu.

Bununla beraber, Pink Floyd adı altında yeni bir albüm yapmanın zorluğuna göğüs germeyi kabul eden Gilmour ve Mason başka bir zorlukla karşı karşıyaydı: Waters’ın yıllar boyunca oturttuğu standartlara dayanan toplumsal beklentiyi karşılayabilmenin zorluğu. The Wall’un veya The Final Cut’ın tiz, pedagojik etkisini yakalayamayan bir albüm hiç de sürpriz olmazdı. Albümün kulağa hitap eden zenginlikte ve baştan çıkarıcı bir örgüyle kurgulanmış olması ise Shine On You Crazy Diamond’ın uzatılmış enstrümantalleri ve Meddle’ın soğuk ihtişamından büyülenmiş bir dinleyici için ikna edici olacaktı. Yeniden toparlanmış bir Pink Floyd On The Turning Away ile elinde Moneyvari bir single tutuyor olabilir. Parlak nakaratları ve kritik Gilmour gitarı ile okşayan bir balad, Waters’ın Floyd için yazdığı herşeyden daha umut ve sevgi dolu.

Kimin Pink Floyd olduğu sorusu, Gilmour ve Mason’ın ikiye karşı onsekiz gibi bir oranla karışık bir kayıt müzisyenleri kümesinden – müzisyenler, vokalistler, söz yazarları – daha az oluşuyla daha komplike bir hal alıyor. Ama bu hesaba albüm kayıtlarının ortalarında klavyelere katkıda bulunmak için geri dönen Wright ve ekstra klavye ve perküsyon çalan Bob Ezrin dahil değil. Ama Gilmour bunu yalnız yapamayacağını ve yardım istediğini ve aldığını gizlemiyor.

Geriye dönemezsin. Çalışmak, yönetmek ve üstesinden gelmek için yeni bir yöntem bulmalısın. Eski Pink Floyd albümleri gibi çalışmadık. Herşey farklıydı.

Bir sebepten dolayı albümün başlarında bir konsept albümü fikrinden vazgeçmiş:

Bir konsept albüm yapmaya gerek olmadığını düşündük. Eğer yine herşeyin en iyisi olması için çalışsaydık sonradan lineer bir çizgiye kavuşacağını gördük.

Yapmaya çalıştığımız şey bu değil…” diye devam ediyor Bob Ezrin. “Biz Roger Waters değiliz. Biz başka türlü şeyler yapıyoruz, ve bunları da çok iyi yapıyoruz. Atmosferin en önemli şey olduğuna karar verdik. Konsept bütün albüme yayılan bir duygu olmalıydı. Albümün atmosferini en iyi çalıştığımız ortam tanımlar.

Bahsettiği ortam Thames nehri üstünde, Astoria, yani Gilmour’un kayıt stüdyosuna çevirdiği yüzyılın başından kalma tekne eviydi. Londra’nın onaltı mil dışında bağlı duran Astoria’da yedi ay geçiren Gilmour ve Ezrin albümün büyük çoğunluğunu kaydetti.

Nehir motif oldu.” diyor Ezrin. “Her şarkıda vardı, kendi kendini gösterdi.

Kayıt oturumlarında kendini gösteren bir başka şey de Waters’ın hayali varlığı ve Gilmour’un başını çektiği Floyd’un Floyd olmadığı hakkındaki bitmez iddialarıydı.

Kamuoyunda bir mücadeleydi…” diyor Ezrin. “Roger’ın “Herşeyi ben yaptım, ben gidersem Floyd yok olur.” demesi, aslında kastettiği Gilmour’un sanatsal açıdan hiçbir değerinin olmadığıydı. Bu hiç adil değil, eğer birisi bu iddiayı yeteri kadar kuvvetli ve uzun bir süre boyunca taşırsa kendini kanıtlaman gerekir. Bana göre Dave “Lanet olsun, yirmi yıldır buradayım ve burada olmak benim hakkım.” diyen kızgın bir ses ile “Belki de artık o kadar iyi değilim.” diyen cılız bir ses arasında kalakalmıştı.

Waters, Radio K.A.O.S.’un sahne tasarımıyla – eski Floyd şarkıları ve albümün apokaliptik temasını görsel olarak ileten tasarımı – mesajını albümün kendisinden daha etkili bir biçimde ilettiğini söylese de albümle ilgili kuşkuları boşa çıktı.

Albümün ortalarına doğru, hikaye olarak başarısız olacağını kabul ettim. Hikayenin sadece bir tadımlık kısmını alabiliyorsunuz. Devam etmeye karar verip projenin gelişerek devam edip etmeyeceğine kendi karar vermesini sağladım.

Ama Waters turnede Floyd gibi iş yapamıyordu. Floyd stadyum ve arenaları doldururken o tek gecelik konserleri doldurmakta zorlanıyordu.

Kurduğunuz bağlantının kalitesi, bağlantıyı kurduğunuz insan sayısını telafi eder. Indianapolis veya San Diego’da, 12 bin kişilik salonlarda 4 bin kişi olurdu. Ama o konserlerde seyirciden fantastik bir destek alırdım, verdiklerimi almak istemelerinden öte, zaten bunu çok iyi alıyorlardı. Bu tür zamanları aşmamda bana destek oluyorlardı, daktilolarının başındaki salaklar benim için “Bunların hepsi havada kalmış saçmalıklar.” yazsınlar.

Seyircisinin desteği Floyd’larla süren savaşında ona bir tür terapi gibi gelmişti.

Bu turne gerçekten bazı şeyleri unutmama yardımcı oldu. Bütün bu saçmalıkları yolun kenarına atıp devam ettiğimi hissediyorum. Bunun için müteşekkirim.

Waters ve diğer Floyd’lar oturup galibin kim olduğunu beklemiyorlardı. Waters seyircisinin K.A.O.S. turnesindeki olumlu tepkisinden çok etkilenip turnenin ilk ayağından sonra konser grubu ile soluğu Nassau, Bahamalar’daki Compass Point Stüdyolarında alarak K.A.O.S. II albümü için kolları sıvadı. Gilmour-Mason-Wright Floyd ise bir yıl boyunca turnede olacaktı, planlar 1988’te Amerika’da ikinci bir turne daha yapmaktı. Ama her iki taraf da bir zamanlar onları bir arada tutan ruhun kayboluşundan üzgün.

Ne kadar üzgün olduğumu söyleyemem.” diyordu Mason. “Çok anlamsız, bir arkadaşımı kaybettiğim için çok üzgünüm.

Waters’a göre: “Nick Mason beni hayalkırıklığına uğrattı. Beni arkadan vurduğunu hissediyorum.


O yıllarda Waters’ın başındaki bir diğer sorun da Andrew Lloyd Webber’di. 1992 tarihli son albümü Amused To Death’teki şarkı sözlerinden biri şöyle diyordu: ‘Lloyd Webber’ın iğrenç işi / yıllar boyu devam ediyor / tiyatroyu sallayan bir deprem / ama opera devam eder / sonra piyanonun kapağı düşer / ve lanet olası parmaklarını kırar. (Lloyd Webber’s awful stuff / Runs for years and years / An earthquake hits the theatre / But the operetta lingers / Then the piano lid comes down / And breaks his fucking fingers)

Andrew Lloyd Webber beni hasta ediyor. Bütün gün suratımın önünde, yaptığı şey saçmalıktan başka birşey değil. Hiçbir değeri yok. Sığ, çöplükten türemiş, beni sıkıyor. Hiçbir konserine gitmedim, ama albüme onunla ilgili küçük bir şaka koyduğuma göre birkaç albümünü dinlemeliyim diye düşündüm. Bu yaz Amerika’da bir ev kiralamıştım, bana evi kiralayan insanların elinde bu herifin bir sürü albümü vardı, ben de Phantom Of The Opera’yı bir dinlesem diye düşündüm, plağı koydum. “Tanrım, umarım iyi birşey değildir, hatta ortalama bile değildir…” diye düşündüm. Beni hayalkırıklığına uğratmadı. Lanet olası Phantom Of The Opera baştan sona tamamen korkunç!

Evet, Sir Andrew Lloyd Webber’ın müziği fazlasıyla korkunç, ama Waters Phantom Of The Opera’yı “Baştan sona lanet olası onbeşinci sınıf” diye yerden yere vururken birşeyi kaçırmıyor mu? Albüme adını veren şarkı, Phantom Of The Opera’da, daaaa-da-da-da-da-daaaa diye giden notalarda acayip birşeyler yok mu?

Evet, Echoes!” diye patlıyor. (Echoes, 1971 tarihli Meddle plağının bir yüzünü kaplayan sağlam bir şarkı.) “Echoes. Lanet olası Phantom Of The Opera’nın başlangıcı Echoes’dan. (kendi söylüyor) Daaaa-da-da-da-da-daaaaa. Duyduğum zaman kulaklarıma inanamadım. Ölçüsü bile aynı – 12/8’lik, aynı yapı, aynı notalar, herşey aynı! Lanet olası piç! Buna mutlaka cevap vermek lazım. Kesinlikle! Ama hayat Andrew –lanet olası– Lloyd Webber’ı mahkemeye vermek için çok uzun. Bunun canımı çok sıkacağını biliyorum.

Waters son yılların uzun bir kısmını mahkemeler ve davalarla geçirdi. 1983 yılındaki The Final Cut’tan sonra Pink Floyd’dan ayrıldı. Dört yıl sonra, geride kalanlar, Gilmour, Mason ve Wright bir araya gelip Pink Floyd ismiyle büyük ve coşkulu kalabalıkların önünde birçok Waters şarkısını çalacaklar, çok para kazanacaklardı. Aynı zamanda Waters da Radio K.A.O.S.’un tanıtım turnesine çıkacaktı, ama o Pink Floyd değildi ve kimse ona bir şans vermiyordu. Bu çok üzücüydü.

Kendilerini Pink Floyd olarak adlandırdıkları zaman çok, ama çok canım sıkıldı. Bu onları çok memnun etti ama. Açıkçası mutlu oldular mı bilemiyorum. Ama sanırım mutlu olmalılar. Onlara sormalısın. “Mutlu musunuz? Konser kapalı gişeydi. Bütün turne öyle. Bu sizi mutlu etti mi?” Yani, nasıl olur da sahneye çıkıp benim şarkılarımı çalarlar – The Wall’dan şarkılar? Ben The Wall’u stadyum rock’ına karşı olarak yazdım. Şimdi Pink Floyd stadyumlarda o parçaları çalarak para kazanıyor! Oh, bu onların beraber yaşayacağı birşey. Bu ihanetin bedelini ödeyecekler. O albümün ne hakkında olduğunu inkar ederek yaşayacaklar. Bütün bu saçmalık başladığı zaman canım çok sıkılmıştı. Nehrin kenarında durup sudaki yansımama bakıp “Ne acıklı” diye düşündüm. “Eserlerimin içine ettiler ve benim yapabileceğim hiçbir şey yok.”

Acınası bir zaferim de uçan domuza testis takmalarıydı. (Animals’ın kapağı için tasarladığı, Battersea Enerji Santrali’nin önünde bağlıyken iplerini koparıp Home Counties’in gökyüzüne uçan şişme domuz) Eğer kullandıkları domuz aynı domuz olsaydı onları engelleyebilirdim. Onlar da domuza taşak takmışlar. Lanet olsun. Gilmour ve Mason Pink Floyd ismine sahipler. Onu bir kutu içinde saklıyorlar.

Waters kendini savaştan sonraki en iyi beş şarkı yazarından biri olarak görüyordu. Peki kim onun üstünde yer alıyor? “John Lennon” diyor. “Düşünmeye çalışıyorum. Başka birini düşünemiyorum. Artık fazla albüm dinlemiyorum, biraz daha yalnızlığıma düşkün hale geldim. Balık tutmayı tercih ederim. Büyük şarkı yazarları listesi çok ama çok kısa, ama ben mutlaka içindeyim. Kim olabilir ki başka, Freddy Mercury belki…

Dedikleri gibi, Elindeki baltaya dikkat et Eugene…

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home