Salı, Mart 07, 2006

Pink Floyd Bölüm I




Pink Floyd – 40 Yılın Özeti…

Pink Floyd’un müziği zamanın ötesinde – ekzotik, transa sokan bir titreşim, süzülerek yükselen gitarlar, ruhani klavye dokunuşlar ve havai vokal armonileri. 40 yıllık benzersiz yaratıcılık ve dünya çapında ulaşılmış 140 milyonluk albüm satışından sonra Pink Floyd rock tarihinin hatırdan asla çıkmayacak bir parçası olmuş durumda.

Son albümleri, The Division Bell, gitarist David Gilmour’un Thames nehri üzerindeki yüzer evinde kaydedildi. Albüm, insanların iletişimi kaybettiğinde neler olduğunu anlatan sofistike bir meditasyon niteliğinde. Bir konsept albümün de ötesinde, albüm içinde derinden hissedilen evrensel fikirleri barındırıyor: bireysel bilincin kaçınılmaz izolasyonu, hiç tükenmeyen paylaşma arzusu, ve son olarak, merhametin mum ışığı gibi parlayan anlarının getirdiği üstünlük duygusu.

Son albümümüz, A Momentary Lapse Of Reason, dünyaya “Bakın, biz hala varız!” demek içindi. Sonuç olarak da oldukça sert ve gürültülüydü.” diyor Gilmour. “Yeni albümse daha yansıtıcı, Wish You Were Here’dan sonra yaptıklarımızın içinde kişisel olarak en beğendiğim işimiz.

The Division Bell akustik baladların (Poles Apart), asalet dolu enstrümantallerin (Marooned), kuvvetli dramanın (High Hopes) ve tabi ki grubun ince, zarif, havai performansının mükemmel bir karışımı. Gilmour’un vokalleri yeni bir duygusal derinlik yaratıyor, hayattan alınan acı tatlı dersleri yansıtıyor…

Bölüm I – İlk Yıllar

1965 yılında genç Roger Waters, Nick Mason ve Richard Wright Londra Regent Street Polytechnic’te mimarlık okuyorlardı. Nick Mason’a göre grup kurma fikrinin ortaya çıkması bir tesadüfmüş: “Okulda birinci sınıftaydık. Aynı dönemde bir adam daha vardı, birkaç şarkı yazmıştı ve bunları bir yayıncıya çalması için bir grup toparlamaya çalışıyordu. Rick, Roger ve ben bir şekilde çalabildiğimizi söyledik ve grubu oluşturduk. O adama şarkıları çaldık, şarkıları beğenmişti ama “Grubu unutun.” diyordu. Eğer o zamanlar fikrini söyleyen herkesi dinleseydik zaten şu ya da bu zaman bir yerde dağılmış olurduk. Kendimize güvendik ve devam ettik.

Roger’ın okul tanımlaması geleneksel eğitim sisteminin yaratıcılığı nasıl ezdiğini anlatıyor, sonradan sanatsal açıdan The Wall’da irdeleyeceği gibi. “Babam ben üç yaşımdayken savaşta ölmüştü. Ben de okul öğretmeni olan annem tarafından Cambridge’te büyütüldüm. Beni yaratıcılığım konusunda yönlendirmezdi. Ses sağırı olduğunu söyler, ne demekse, sanat ve müziğe karşı hiç ilgisi yoktur. Sadece politika ile ilgilenir. Çok mutlu bir çocukluk geçirmedim. Okuldan nefret ettim, özellikle de dil okuluna gittikten sonra. Çok sevdiğim oyun oynamanın haricinde, her bir saniyesinden nefret etmiştim. Belki sonlarına doğru, artık genç bir çocukken okula gitmek, benle ve şiddetle dolu ve sıradışı bir ‘biz ve onlar’ ilişkisi haline gelmişti.

İyi gidiyordu, okul malını kırıp dökerek zarar vermekten keyif alıyordum. Dil okulunun mantalitesi 50’lerin sonlarındaki genç nesilin kafa yapısının çok gerisinde kalmıştı, bunu yakalamaları çok uzun zamanlarını aldı. Bir yönüyle, dil okulları savaş cephesi gibi yönetiliyorlardı, sana söyleneni yapar ve çeneni sıkı tutardın, ve biz böyle bir şeye hiç hazırlıklı değildik. Bu okul malına karşı organize bir gizli şiddete dönüştü, bombalar bile kullanılıyordu, ama kimse zarar görmedi. Bir gece hatırlıyorum, 10 kişi dışarı çıkmıştık, çünkü bahçeyle ilgilenen adamın bir derse ihtiyacı vardı. Çok değer verdiği bir elma ağacı vardı, ne pahasına olursa olsun koruyacağı. Bahçesine elimizde merdivenlerle girdik ve ağacındaki bütün elmaları dallarından koparmadan yedik. Ertesi sabah muhteşemdi, ölesiye yorgunduk ama başarmanın tatlı duygusunu yaşıyorduk.

Syd Barrett ile Cambridge’te arkadaş oldum, benden birkaç yaş küçüktü. Ortak ilgilerimiz vardı – rock ‘n’ roll, tehlike, seks ve uyuşturucu, sanırım o sırayla. Evden ayrılmadan önce bir motorsikletim vardı. Şehrin dışında çılgın turlara çıkardık, hayatta kalmamız bir mucizeydi. O günler, 1959 – 1960’lar, zor zamanlardı. Allen Ginsberg ve beat kuşağı Amerikan şairleri arasında flört yaşanıyordu. Cambridge üniversite şehri olduğu için, ortada kuvvetli bir sahte entelektüel ama beat bir hava vardı. Savaş sonrası depresyon çözülmeye ve ekonomik gelişme ilerlemeye başlamıştı. 60’ların başlarındaki savaş sonrası romantizm beni de etkilemeye başladı. Bir gruba katılma fikrine de böyle sahip oldum. Arkadaşlarla Avrupa’yı ve o zamanlar bugünküne oranla çok daha güvenli olan Orta Doğu’yu dolaşırdım. Bu tecrübelerimin şarkı yazmaya başlamama nasıl etkisi olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.

Gitar çalmaya ilk hevesim Londra Regent Street Polytechnic’teki mimarlık okulumun ilk yılındaki sınıf başkanından geçti. Sınıfa gitar getirmeme izin veriyordu. Dizayn çalışmaları ve mimarlık için ayrılan zamanlarda bir köşede oturup gitar çalmak istersem onun için bir sorun yoktu. Cesaretimi ilk topladığım an buydu. Daha öncesinde, 14 yaşlarımda bir iki kez gitar çalmayı öğrenmeye çalışmıştım ama vazgeçmiştim, çünkü çok zordu. Parmağımı acıtırdı, çok zordu bana göre. Beceremiyordum. Polytechnic’teyken çok iyi çalmasam da gruplarda çalan insanlarla beraber takılıyordum. Biraz şarkı söylüyordum, biraz da gitar ve mızıka çalıyordum. Syd’le muhtemelen çok iyi bir ressam olarak bitireceği sanat okulunda bir araya geldiğimiz zamanlarda Londra’da bir grup kurmaktan bahsediyorduk. Aslında ben grubumu kurmuştum, sonra o bize katıldı.

Ritm & blues çalarak başlamıştık, ama Syd gruba katılınca müziğin yönü değişti.” diye hatırlıyor Richard Wright. “Müzik daha emprovize bir hal aldı, R&B sevmeyen bana çok uydu aslında. Ben caz hayranıydım.

Çoğu müzisyen kariyerlerine piyano ile başlamıştır. Ama Syd Barrett değil. O banco ile başlamıştı. “Nedeninden tam emin değilim.” diye hatırlıyor. “O zaman iyi bir fikir gibi görünmüştü bana. Onu bir ikinci el dükkanında buldum ve sonraki altı ay boyunca mutlu mutlu takıldım. Sonra bir gitar almaya karar verdim. İlk gitarım bir sene kullandığım #12 Hofner akustik gitardı. Sonra Cambridge’li Geoff Mott And The Mottos diye bir gruba katıldım ve bir Futurama 2’m oldu. O zamanlarda gitarda son nokta olduğunu düşünüyordum. İşte o fantastik dizaynı falan. Ayrıca Geoff Mott da iyi bir şarkıcıydı. Kim bilir ne oldu ona?

Özel partilerde çok iş çıkardık. Bazı işlerimiz orijinaldi, ama çokça Shadows’ların enstrümantallerine ve birkaç Amerikan şarkısına takılıyorduk. Sonunda grup dağıldı, ben de blues akımına kaydım, bu sefer bas çalarak. Yine bir Hofner’di, bunu birkaç yıl çaldım. Birgün Roger Waters diye bir adamla tanıştım, London Art School’a gelmemi ve bir grup kurmayı teklif etti. Öyle yaptım, ve Abdabs’a katıldım. Yeni bir gitar almak durumunda kaldım, çünkü Roger da bas çalıyordu, bir Rickenbcker, iki bas gitaristli bir grup da olmazdı.

Ben de böylece gitarı değiştirmiş oldum, ve bar ortamlarında çalmaya başladık. O dönemde grubun ismi değişip duruyordu, en sonunda da Pink Floyd’da karar kıldık. İsim kimin fikriydi hatırlamıyorum, ama tam oturdu. Birkaç ay önce, birkaç yüzlüğü yeni bir gitara harcadım, ama yine de ilkini daha çok kullanıyorum. (Syd’in efsane Fender Esquire Telecaster’ı) Birkaç kez boyandı, hatta bir keresinde üzerini plastik film ve gümüş disklerle kapladım. Diskler hala gitarın üstünde ama artık çok aşınmış gözüküyorlar. Pek bir değişiklik yok, sadece farklı bir sound deneyeceğim zaman manyetiklerle oynuyorum.”

İdollerim kim mi? Steve Cropper birinci seçenek olur, tabi Bo Diddley de. Eski günlerde ben ve grup için büyük bir ilham kaynağıydı. Ama sanırım artık beni etkilemiyor. İyi bir gitarist olmanın ötesinde bir hırsım yok. Zaten bu işin içinde o kadar da uzun bir süredir yokum!

Orijinal ismiyle Sigma-6, sonraki isimleriyle the T-Set, the Meggadeaths ve nihayet the Abdabs, Roger, Richard ve Nick gitarist Bob Close ve Syd Barrett’ı gruba dahil ettiler. Syd, Roger’in Cambridge lisesinden arkadaşıydı.

Poly’deyken gruba birçok kişi girip çıkmıştı,” diyor Wright. “Bob Close çok iyi bir gitaristti, ama sınavlarla ilgili sorunları vardı ve kendini çalışmaya vermek istiyordu, oysa biz o kadar da çalışkan tipler değildik. Sonunda ayrıldı ve biz de gitarist aramaya koyulduk, o aralar Syd Cambridge’den Londra’ya yeni gelmişti ve bütün bunların ortasına tam oturdu.

Herşey 1966’da, o zamanlar Londra’yı silip süpüren saykedelik patlamanın tam ortasında başladı. UFO ve The Roundhouse gibi dumanaltı kulüperde Syd Barrett (gitar,vokal), Roger Waters (bas, vokal), Nick Mason (davul) ve Richard Wright (klavye), rengarenk spotların altında uzatılmış serbest-form enstrümantalleri ve gerçeküstü pop şarkılarıyla İngiliz rock ortamını tahrik ediyordu. Belki de Cream ve Jimi Hendrix gibilerinin de ötesinde, Pink Floyd olarak bilinen dörtlü, müzikal olduğu kadar kişilik olarak da saykedeliktiler. Şubat 1966’da Marquee Club’da her Pazar yapılan The Spontaneous Underground’ta çıkmaya başlamaları ile kendilerine bir izleyici kitlesi oluşturmaya başladılar ve Londra’nın yeni ve giderek büyüyen underground yüzünün resmi grubu oldular.

Sanırım kült bir takipçi kitlemiz oluşmaya başladı, çünkü herkes o zaman bir saykedelik devrimden, bütün o ses ve ışıklardan bahsediyordu.” diyor Mason. “İnsanlar, her zaman yaptıkları gibi, müzikteki yeni adımın ne olacağı hakkında tahminler yürütüyordu. Sanırım bir anda biz bu sonraki adım olduk. Yani, biz felaket kötüydük, kulağa çok korkunç geliyorduk herhalde, ama çok farklı ve zıttık, o günler için sıradışı. Şimdi insanlar o günleri düşününce gülüp geçiyorlar. O zamanki fotoğraflara bakıyorum da Monkees ya da onun gibilerinin yaşlanmış hallerine benziyorduk. O zaman bunlar olup bitiyordu, insanlar bunu anlamasa bile kendini buna kaptırmak zorundaymış gibi hissediyordu. Albüm anlaşması bu açıdan çok iyi olmuştu, çünkü elimizde ne kayıt edilmiş herhangi bir şarkı vardı, ne de enstrümanlarımızı çalabiliyorduk.

Sonraki yılın sonunda İngiltere’nin alt kültürünün yeni sevgilileri Top20’lik iki single Arnold Layne ve See Emily Play ve Top10’luk ilk albümleri Piper At The Gates Of Dawn ile ortamın yeni pop yıldızları olmuşlardı.

Daha o dönemde Pink Floyd’un performansını albüme yansıtmak imkansız gibiydi. İlk konserleri bile koreografik ışık gösterileri ve quadrofonik ses düzeninden oluşuyordu.

Pink Floyd samimiyetsiz görünmek istemiyordu, ama endişelilerdi. Albümleri ve konser performansları arasındaki zıtlığın farkındaydılar, ama ikincisini düzeltmek için adımlar atıyorlardı. “Şu anda ayakta kalabilmemiz için bize uygun olmayan bir sürü ama bir sürü mekanda çalmak zorunda olmamız emeklerimizi boşa harcadığımızı hissettiriyor.” diyor Waters, “Bu böyle devam edemez, kendi mekanlarımızı yaratacağız. Yaptığımız müziği hepimiz seviyoruz. Arkamızdaki tek itici güç bu. Çok başarılı olmanın getirdiği, mesela yeni ve daha büyük amfiler almak gibi tuzaklara düşmüyoruz, bunlar bizim için o kadar da önemli değil.

Artık tanınıyoruz, herkes bizi görmeye geliyor, konserler hep doluyor. Ama oradaki atmosfer çok bayat, ortamın havası yakalanamıyor.

Buna kızmıyoruz, ama kulüp ya da konser salonları gibi ortamlarda tekrar konser veremiyoruz. Söylemeye çalıştığım şey şu, yapmaya çalıştığımız şey çaldığımız mekanlardaki havaya uymuyor. Alt gruplar çıkıp soul müzik yapıyorlar, sonra biz çıkıyoruz. Bizi izlemeye gelenlere karşı birşeyim yok, onları aşağılamıyorum da. Ama herkesi kıyaslamak lazım. Şöyle-böyle gruplar herkesten daha iyi. Kulüp piyasasında bize on üzerinden iki veriyorlar, yani ‘çok çalışmak lazım!’

Aletlerimizle ilgili sorunlar var, megafon işe yaramıyor çünkü çok sert çalıyoruz, Syd mükemmel şarkı sözleri yazıyor ama insanlar bunları duyamıyor bile. Belki de üzerine çok düştüğümüz için bizim hatamızdır. Sonuçta insan sesi Fender Telecaster veya çift kros davul setiyle başedemez. Genç bir grubuz, yaş olarak değil, ama tecrübe olarak. Daha önce olmamış sorunları çözmeye çalışıyoruz. Belki single’larımızı sahnede çalmaktan vazgeçmeliyiz. Beatles bile sahnedeyken albümdeki gibi çalıyorlardı. Ama bizim yaptığımız albümler sahnede tekrar icra edilmesi imkansız olan albümler, bu durumda denemenin de bir anlamı yok. Bu samimiyetsizlik mi?”

Olay şu: Biz öyle düşünmüyoruz. Halen arada bir Arnold Layne veya Emily’i çalıyoruz. Bence samimiyetsizlik değil, çünkü albümde çaldığımız gibi canlı çalamıyoruz. Birisini A Day In The Life’ı çalmaya çalışırken düşünsene. Şimdiye kadar yapılmış en iyi parçalardan birisi. Albümdeki birçok şey canlı çalması imkansız şeyler. İşin kayıt yüzünü bir araya getirebiliyoruz ama canlı yüzünü beceremiyoruz. Sanırım bundan sonra yapılması gereken, albümlerle ilgisi olmayan bir sahne oyunu tasarlamak, Interstellar Overdrive gibi çalması kolay enstrümantallerle devam etmek.”

Grup seyirciyle iletişim kurmada başarısız olunca bunalıma giriyor mu? “Bazen bunaltıcı ve zor oluyor. Yapabileceğin şeyler çeşitli. Seyirciyle beraber olduğun fikrine kendini kapatıp sadece kendine çalabilirsin. Müzik başladığı zaman, seyirci sadece on onbeş kişi de olsa seni gazlar.

Biz duygusal açıdan özgür olarak tanımlanabilecek bir müzik yapmaya çalışıyoruz. Kulağa çok basmakalıp gelebilir, ama oldukça özgür.

Pink Floyd’un önünde ne var? “Kulüplerde ve balo salonlarında çalmaya devam edemeyiz. Yepyeni bir ortam istiyoruz. Büyük bir çadırımız olacak ve sirk gibi oradan oraya dolaşacağız. 40 metre genişliğinde ve 15 metre yüksekliğinde dev bir ekranımız olacak ve orada slayt gösterileri ve filmler göstereceğiz. Büyük şehirlerde, ya da büyük etkinliklerde çıkacağız. Görülmeye değer birşey olacak. Hatta sirk’in kurtuluşu bile olabilir bu!”

Aralık 1967’ta çıkan Pink Floyd’un yeni single’ı, Apples And Oranges, şaşırtıcı bir şekilde önceki kardeşleri Arnold Layne ve See Emily Play gibi listelere girememişti.

Hiç umurumuzda değil.” diye cevaplıyor Barrett. O dönemlerde Pink Floyd kendini bir albüm grubu olarak tanımlamıyordu. Ama Barrett, o müzikal anarşinin savunucusuydu. Ona göre bir grubun yapacağı en iyi şey kendilerini memnun edecek olan bir albümdü. “Tek yapacağımız, beğeneceğimiz bir albüm yapmak. Çocuklar beğenmezse, almazlar, olur biter.” Barrett’ın idealine göre gruplar kendi albümlerini kendileri yapmaları ve kendileri basmalı, dağıtmalı ve satmalılar. Müziğe ticari kaygıların karıştırılması ona zarar vermekten başka birşey yapmaz. Ona göre aradaki bütün aşamalar ortadan kaldırılmalı. “Aradaki adamlar, hiçbiri işe yaramaz.

Yardımcı prodüktörleri Peter Jenner’a göre gruplar insanların ne istediğine dair plak şirketlerinden daha açık fikirli. Barrett’a göre insanların Beatles ya da Mick Jagger gibilerini beğenmelerinin sebebi müzikleri değil, istediklerini yapabiliyor olmaları ve gerisini takmamaları. “Bu yüzden çocuklar onları seviyorlar – istediklerini yapıyorlar çünkü. Çocuklar da bunu biliyor.

Peter Jenner şöyle devam ediyor: “Bu ruhsal seviyedeki dört insanı alıp – bir tanesi mimar, bir tanesi ressam – onlara bu büyük başarıyı verip kafalarının karışmamasını bekleyemezsin. Ama bu dönem bu karışıklıklarının üstesinden geldikleri bir dönem. Onları bir albüm grubu olarak görmek yanlış. İnsanları kendilerini izlemek için çekmeyi biliyorlar, albümleri burada ve Amerika’da oldukça iyi karşılandı. Bu sadece bir başlangıç.

Pink Floyd pop arenasına saykedelik bir grup olarak girmişti. Ama artık kullandıkları ışık ve görsel şovlar yavaş yavaş piyasada etkisini yitiriyordu. Hala bu ışık gösterilerini kullanacaklar mıydı, yoksa ondan vazgeçecekler miydi?

Hayır.” diyor Waters. “Bize göre iyi bir ışık gösterisi müziği zenginleştirir. Işıkları sahte bir yardımcı olarak kullanan gruplar bundan vazgeçmeye başladı, ama bizim de bunu yapmamız için bir sebep yok. Bu ülkede ışıkları grupların ayarlamasını istiyorlar, oysa Amerika’da bütün ışıkları kulüpler sağlıyor.

Gerçekten de biz daha ışık ve müziğin bir araya getirdiği fikir ve efektlerin henüz daha yüzeyini kazıyoruz.” diye ekliyor Barrett. “Bize göre müzik ve ışık ayın sahnenin birer parçası, biri diğerini zenginleştiriyor ve birşeyler katıyor. Ama gelecekte grupların bir pop şovundan daha fazlasına ihtiyacı olacağına inanıyoruz. Ortaya çok iyi hazırlanmış bir teatral gösteri koymak zorunda olacaklar.

Elde edilen bütün bu başarılara rağmen işler Pink Floyd cephesinde aynı değildi ne yazık ki. Gruba yakın olan herkesin farkettiği, Syd Barrett, grubun yaratıcı, parlak genç şarkı yazarı/vokalist/gitaristi yavaş yavaş gerçeklik ile bağlarını koparıyordu. Kimisi bunu aşırı uyuşturucu tüketimine bağlıyordu – Syd o zamanlarda normalin çok üstünde LSD kullanıyordu. Kimisi de başarının getirdiği aşırı baskıya bağlıyordu. Liderlerinin rahatsızlığının sebebi ne olursa olsun, Pink Floyd’un geleceği 1967’nin sonlarında belirsizleşmeye başlamıştı.

Sanırım Syd o zamanlar temsil ettiğimiz saykedelik dönemin bir kurbanıydı.” diyor Waters. “Herkes konserlerden önce asit takıldığımızı zannediyordu, ama maalesef bunu yapan bir tek Syd’di. Sadece aşırı dozda kullanıyordu. Çok korkutucuydu, neler olduğuna inanamadım. Bir radyo programına çıkacaktık, bütün gün onu bekledik, ama o gelmedi. Ertesi gün ortaya çıktığında ise bambaşka birisi olmuştu.

Eğer o zamanlar gördüklerinize değil de duyduklarınıza inansaydınız Syd Barrett ya ölüydü, ya hapisteydi, ya da bir sebzeye dönüşmüştü. Ama o, doğduğu şehirde, Londra’ya trenle bir saatlik mesafedeki Cambridge’te hayatta ve en az eskisi kadar karışıktı.

Syd Pink Floyd’a ismini vermiş, grubun o güne kadarki iki hit single’ını o yazmıştı. Korkutucu gitar tekniği, tuhaf sahne performansı onu dönemin UFO ve The Roundhouse gibi kulüplerinde yeni yeni toparlanmaya başlayan Londra’nın henüz olgunlaşmamış underground kültürünün otantik kült figürü haline sokmuştu.

Syd o dönemlerde artık pek fazla insanla görüşmüyordu. Onu ziyaret etmek özel bir dünyaya davetsizce girmek gibiydi. Verdiği son röportajlarda “Kayboluyorum.” diyordu. “Birçok şeyden kendimi soyutlayarak…” Çok gergin gözüküyordu. Solgun yanaklı, beyaz, gözlerinde kalıcı bir şokun izleri. Eskilerin şairleriyle bağdaştırılabilecek bir hayalet güzelliği vardı. Saçları kısa, taranmamıştı, dalgalı halinden eser yoktu artık. “Yolu geriye dönüyorum.” diyordu. “Çoğunlukla vakit öldürüyorum. Hergün bol bol yürüyorum. Günde 8 mil. Bunun bir faydası olmalı, ama nasıl olacak bilemiyorum.

Tutarlı konuşamıyorum, üzgünüm.” diyordu Syd. “Birisinin benimle ilgilendiğini düşünmek çok zor. Ama bilirsin, halen tek parçayım.” Arada sırada bir soruya direkt cevap veriyordu. Cevaplarıysa çoğu zaman bölük pörçük. “Gitar ve tozla çevriliyim.” diyordu. “Son iki yılda tek yaptığım şey röportaj. Bunda oldukça iyiyim.” Bu dönemde Syd, prodüksiyonunu Floyd’dakilerin yaptığı üç albüm tamamladı. İkinci albümü, The Madcap Laughs, ona göre oldukça iyiydi: “Mahzen kadar büyük bir resim.” Floyd sıçrayışını yapmadan önce sanat okulundaydı. Halen resim yapıyordu. Çoğu zaman kalın lekeler, bazen de basit çizgiler. En favorisi de beyaz tuvalin üzerindeki bir yarım çember.

Oturduğu bodrum katında geçiriyordu bütün zamanını, etrafında resimler, plaklar, gitar ve amfileriyle. Yerin altında daha güvenli hissediyordu. Hendrix ise favori müzisyeni. “Onunla turneye çıkmıştım. Lindsay ile (eski bir kız arkadaş) otobüsün arkasında otururduk, o da önde otururdu, devamlı bizi filme alırdı. Ama çok fazla konuşmazdık. İnsanların tanıdığından daha iyi birisiydi, ama çok utangaçtı. Soyunma odasına televizyonu ile kendisini kilitlerdi, kimseyi içeri bırakmazdı.

Syd’in de bazen kendini odaya kapatıp günlerce kimseyi görmek istemediği biliniyordu. Pink Floyd’la son aylarında sahneye çıktığı zaman bütün konser boyunca bir iki nota çalmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. “Hendrix mükemmel bir gitaristti. Bir çocukken yapmak istediğim şeydi. Gitarı düzgün çalmak ve ortalıkta zıplamak. Ama bana bir sürü insan engel oldu. Bana göre hep yavaş oldu. Çalmak yani. Ben hızlı biriyim. Ama sorun, bu grupta birkaç ay çaldıktan sonra o noktaya ulaşamayacak olmamdı.

Syd, 25 yaşında ve yaşlanmaktan korkuyordu. “Her zaman bu kadar içedönük değildim.” diyordu. “Bana göre gençler eğlenmeli, ama ben eğlenmiyorum.” Artık acid kullanmıyordu, ama bu konu hakkında da konuşmak istemiyordu. “Sanırım konuşması kolay birisi değilim artık. Çok dağınık bir kafam var. Sandığın gibi birisi değilim ama.

Syd’in eski bir okul arkadaşı, David Gilmour, grubun ikinci albümü, 1968 tarihli A Saucerful Of Secrets’i tamamlamaya yardım etmek için gruba katıldı.

Pink Floyd hiç şüphesiz Barrett tarafından yaratılmış olsa da, grubu 70’lere taşıyan Gilmour ve onun lirik, blues gitar yapısıydı.

Aslında orijinal fikir Syd’i gruptan atmak değildi.” diyor Nick Mason. “Beach Boys’un bir dönem Brian Wilson ile denediği formül üzerinde düşünüyorduk. Biz çıkıp çalacaktık, Syd evde kalarak şarkı yazacaktı.” Ama bu plan kısa ömürlü oldu, kısa bir süre sonra Syd grubun dışındaydı.

İlk olarak beni Syd’in yerine onun kısımlarını çalmam için çağırdılar.” diye açıklıyor Gilmour. “Kimse şarkı söylemek istemiyordu, o yüzden vokalist olarak da ben seçildim. Bütün bunlar yaşanırken A Saucerful Of Secrets’i tamamlamaya çalışıyorduk. Albüm süresince altüst olduklarını ve onları yola getirmem gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü o zamanlar kendimi üstün bir müzisyen olarak görüyordum. İlk albümü çok sevmiştim, ama erken dönem konserleri tam bir felaketti. Hele Syd’in gruptaki son zamanlarında konserlerine insanlar gitmez olmuştu.

Syd’in gruptan tamamen ayrılmasından sonra grubun devam etmesi için birilerinin şarkı yazma görevini devralması gerekiyordu. Biraz endişe etse de Waters bu görevi üstlendi.

Herhangi bir şey yazabileceğimi hiç düşünmemiştim.” diye hatırlıyor Waters. “Onbeş yaşında ilk gitarımı aldığım zaman diğer milyonlarca çocuğun arasından bir rock yıldızı olarak çıkacağımı hayal ederdim. İlk yıllar birşeyler yazacağımı hiç düşünmemiştim, çünkü Syd yazıyordu ve ancak o bıraktıktan sonra grubun geri kalanı birşeyler yapmaya başladı. Okuldayken bana her konuda ümitsiz olduğum söylenirdi, bu yüzden hiçbir şeyde kendime güvenmiyordum.

A Saucerful Of Secrets’tan çıkan ilk single 1968 tarihli Set The Controls For The Heart Of The Sun. Single çıktıktan sonra Pink Floyd, Hyde Park’ta bedava konser veren ilk rock grubu oldu.

Gilmour’un saflarda yerini sağlama almasıyla grup rock’ın daha avangart doğasını keşfetmeye devam etti. Sonraki dönemde film müzikleriyle uğraşmaya başladılar. Bu dönemin ilk meyvesi, 1969 tarihli, Barbet Schroder’in More isimli filmi için hazırladıkları albümdü.

Pink Floyd 1967’de EMI ile anlaştıkları zaman, stüdyoda beraber çalışmaları için Norman “Hurricane” Smith’le bir araya getirilmişlerdi. Dört albüm sonra grup Smith’le önünün tıkandığını hissedecekti, bunun sonucu olarak da Ummagumma’nın canlı kısmından başlayarak albümlerinin prodüksiyonunu kendileri yapmaya başladılar.

O dönemde Norman’ı adım adım dışlıyorduk.” diyor Gilmour. “İlk başta çok iyiydi, bize, özellikle de bana çok şey öğretti. Ama bazen çok engel oluyordu, herşeyi dengelemek, homojen hale getirmek istiyordu. Bazen birşeyler denemek isterdim ama hep bana karşı çıkardı. Bir noktada ondan alabileceklerimizin hepsini almış olduğumuzu düşündük.

Aynı yılın sonunda çıkan dördüncü albümleri, çift plaklık Ummagumma stüdyo ve canlı kısım olarak ikiye ayrılmıştı. Stüdyo kısmında her bir üyenin kendi enstrümanına ayırdığı uzatılmış bölümler vardı. Ama Mason’a göre albümdeki bu parçalar albümün bütünü kadar kuvvetli değillerdi.

Bence oldukça ilginç bir deneyimdi, herkesin kendisiyle ilgili bir kısmının olması. Bence bu albüm, genelin parçalardan daha iyi olduğu çok güzel bir örnektir. Albüm çok ilginç oldu, bir sürü fikir barındırıyordu, ama grup çalışması olarak düşündüğümüzde daha tatmin edici geliyor.

Ummagumma’dan hemen sonra Roma’ya giderek Antonioni’nin Zabriskie Point filmi için 4 tane şarkı kaydettiler. Bu albümden hemen sonra Gilmour ve Waters Londra’ya dönerek Barett’in Madcap Laughs albümünü yaptılar.

Bundan sonra beşinci albümleri, 1970 tarihli Atom Heart Mother geldi. Albüm kayıtlarını yaptıkları sırada, kayıtlardan ara vererek bir kafeye gittikleri bir akşam oradaki bir gazetede kalp ameliyatı geçiren bir kadının hikayesini okurlar. Kalbine atomik bir ritm düzenleyici takılan kadının haber başlığından etkilenip albüm ismi yaparlar.

Bu dönemde grup uluslararası arenada hayran kitlesini artırırken Pink Floyd’un çağdaş müziğin fors majörü olmasını sağlayan albümler 1971’in Meddle’ı ve 1973’ün Dark Side Of The Moon’u olacaktı.

Meddle bizim nihayet yere sağlam bastığımız, Pink Floyd olarak nerede olmak istediğimizi bulduğumuz bir albümdü.” diyor Gilmour. “Daha önceki iki albümümüz, Ummagumma (1969) ve Atom Heart Mother (1970) yönümüz konusunda ipuçları veriyorsa da bu albümler kadar önemli değillerdi.

Meddle tam anlamıyla ilk Pink Floyd albümüdür.” diye ekliyor Mason. “Hoşumuza giden bir temposu ve stili vardı. Geri dönüşü olabilecek bir temanın fikrini ortaya atmıştı. Şimdi kulağıma çok çiğ de gelse, konsept olarak halen beğenirim albümü.” Bu albümün bir özelliği de Mason’ın ilk vokal performansının albümde yer almasıydı.

Meddle’dan sonra, yine bir Barbet Schroder filmi, Obscured By The Clouds için Fransa’da hazırladıkları albüm 1972’de piyasadaydı. Bu albüm aynı zamanda Gilmour’un en favori Pink Floyd albümlerinden birisi. “Bu albümü çok sevdim.” diyor Gilmour. “Albüm çok hızlıydı, bir konsept çıkarmaya ihtiyaç duyurmayacak kadar çok hızlıydı. O zamanlar üretilen ilk synthesizer’ı almıştık: EMS Synthy. Bir nota çalmak için onu ayarlıyordun, tuşa basarak notayı çalmasını sağlıyordun, sanki bir klavye ile bunu yapamayacakmışsın gibi. Bir synthesizer’ı ilk kullandığımız albüm olmuştur Obscured By Clouds.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home