Perşembe, Mart 02, 2006

Múm



Múm – Analog, Dijital ve Kuzeyli

Günümüzün modern dünyasının cep telefonlarına, geniş bant internetine ve hatta aya ayak basmış insanlarına rağmen İzlandalılar Alfur, yani topraklarını beraber paylaştıkları ve açıklayamadıkları zararlara yol açan mistik cücelere karşı kuvvetli bir inanç besliyorlar. Yol mühendisleri onları kızdırmamak için onlara ait olduğu sanılan bölgelerden geçecek olan yolları değiştiriyorlar. Bu tür hurafeler hakkındaki düşünceleriniz ne olursa olsun, bu büyüleyici bir inanç ve İzlandalı grup Múm’un mistik, güzel müziği ile daha da anlaşılır kılınıyor. Gunnar Örn Tynes, Örvar Þóreyjarson Smárason ve ikiz kız kardeşler Gyda ve Kristín Anna Valtýsdóttir tarafından kurulan grup, dördüncü yılında Gyda’nın ayrılmasından sonra yoluna üç kişi olarak devam ediyor.

İzlandalı kuzenleri Sigur Rós gibi, Múm da analog ve dijital sesleri insan sesinin muğlak örtüsüne karıştırıyor. Kristín Anna Valtysdóttir’in hayaletleri andıran fısıltılı vokali müziğe narin bir masumiyet katarken kırılgan, cızırdayan elektronika ve arzulu minör akorlar – gramofon hoparlörleri ve antika ekipmanlarla ısıtılmış akordiyonlar, bancolar, melodikalar – gıcırdayan halatlar, damlayan su ve azgın rüzgar sesleri ile müziğe ürkütücü bir ümitsizlik duygusu aşılıyor. Yeni albümleri Summer Make Good ise nazik ve rahatlatıcı, kuvvetli ve çiğ, grubun sıradışı ve dramatik çevresini yansıtan ve insanı yakalayan harika bir albüm.

Kendilerini Four Tet, Manitoba ve Dntel gibilerinin yanında folktronica olarak adlandırılan heyyulanın tam tepesine çıkartan iki organik elektronika albümden sonra Múm, arkadaşları Alfur ile beraber stratosfere çıkmaya hazır. Summer Make Good İzlanda’nın en uzak kıyısındaki eski bir denizfenerinde altı haftalık bir kayıt sürecinin sonucu olarak ortaya çıktı.

Yeni yerler keşfederek bir süre ortadan kaybolmayı seviyoruz. Üretmek için yeni yerlere gidiyoruz.” diyor Gunni.

Evet, 16. yüzyılda,” diye ekliyor Kristín. “Bu civarda bir gece, denizde 150 kişi hayatını kaybetmiş. İnsanlar sabah kıyıya geldiklerinde 47 kişinin cesedini bulmuşlar. Buranın denizi çok tehlikeli.

Müziklerinin aşırı karanlık ve şiddetli olduğundan bashsetmiş miydik? “Bence bütün bu yerlere gitmenin ve bu sıradışı koşulları yaşamış olmanın bir getirisi bu.” diye açıklıyor Gunni.

Websitelerinde de tehlikeli İzlanda sularındaki kayıp gecelerden ve sarhoş balıkçılar tarafından son anda kurtarılış hikayelerinden bahsediliyor.

Yeni albümleri de bu tür deniz maceralarını yansıtıyor. Albüme yayılmış dalga sesleri ve çatırdayan ağaçların seslerinin yanısıra müzikleri yalnızlığı, hiddeti ve denizin önceden kestirilemeyen hareketini çağrıştırıyor.

Bu bizim en yalnız albümümüz.” diyor Kristín. “Bunu bir tür gece albümü olarak görüyorum.

Bu ayrıca en fazla canlı kayıt kokan albümleri. İşin ironik yanı ise, yolun başlarındayken indie hayranları için elektronik grup olarak tanımlanıyorlardı, şimdi ise electronica kitlesi için bir indie grup olarak nitelendiriliyorlar.

Bu bir tesadüf değil.” diyor Gunni. “Ama kesinlikle bu albümle bağlantılı bir şey. Şarkıları yazdıktan ve aranjmanları tamamladıktan sonra son kayıtlara geçmeden önce ufak bir turneye çıktık. Sanırım bunun müzik açısından faydası oldu. Protools kullanmadan önce kayıtları aldık.

Kendi evleri Reykjavik’te konserlerini yüzme havuzlarında ordunun su altı hoparlörlerini kullanarak veriyorlar, dinleyiciler müziği suyun içinde kendi kulakları ile dinliyorlar. “Ses suyun içinde havadan daha hızlı ilerliyor.” diyor Kristín. “Ses çok net, ama bas o kadar da iyi değil. Bunu diğer ülkelerde de yapmak isterdik, ama bu hoparlörleri İzlanda dışına çıkartamıyoruz.

Suyun altında olsun olmasın, canlı performansları çok heyecan verici oluyor, grup sahnde üç kişiden altı kişiye çıkıyor, ekzotik enstrümanlar kullanılıyor.

Dillerinin saflığını korumak için İzlanda’da oluşturulmuş bir dil komitesi var. Yeni kelimelere uygun karşılıklar hemen bulunuyor, telefon için sími, bilgisayar için tölva gibi. Belki de múm kelimesi electronica’nın resmi karşılığı olabilir?

Há há! Kim bilir?” diye gülüyor Gunni. Ama müziklerine tam uyacağı kesin.

Albüm kendiliğinden ortaya çıktı.” diyor Örvar – İzlanda’nın yeni deneysel müzisyenlerinin üçte birinin çoktan tükettiği kaynakları. Ama özür dileyecek hiçbir şey yok. Korkunç itirafların tam aksine, aslında grubun yeni ve akıllardan çıkmayacak albümünün, Summer Make Good’un doğuşunu anlatıyor. Görülüyor ki Múm kontrol altında bir grup değil. Söylediğine göre tam da sevdikleri şey bu.

Albümün neye benzeyeceği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu.” diye devam ediyor Morten Harket – Björk harmanı sesiyle. Summer Make Good, grubun üçüncü stüdyo albümü, ama kurucu üyelerden çellist Gyda Valtysdóttir’in ayrılmasından sonraki ilk albüm. Grup bu albüm öncesinde hiç bir yaratıcı niyet ya da beklenti içinde değilmiş. Tek bir istisna, güzel bir şey ortaya koyma isteği. Tam olarak yaptıkları şey de bu.

Çok uzakta ve sadece deniz yoluyla ulaşılabilen bir denizfenerinde yazılan ve kaydedilen Summer Make Good derin buzul kederi kuvvetle yansıtıyor. “O mekanın sakinliğinde birşeyler var, saatlerce etrafında hiçbir şeyin olmadığı bir yerde vakit geçirmek, oraya ulşmanın ayrı bir macerası, tekneyle oraya ulaşmak zorunda olmak… bütün bunlar ilham vericiydi.” diyor Örvar.

Múm kendini tamamen içinde bulunduğu çevreye teslim etmiş, bunun etkisi de her şarkıda kendini gösteriyor. Hatta kendi hüzünlü hikayesini anlatmak için Múm’un sinematik müziğini kullanıyor. Albüm boyunca anlatılan bir hikayenin olduğundan bahsediyor Örvar, ama varlığı kesin değil: “Albüm genelinde belli bir hikaye olduğunu sanmıyorum. Ama müziğin içinde gizli ve bence bu çok özel.

Bence müziğimiz insanlara farklı yönden dokunabilir. Diğer şeylerle mümkün olmayan bir yolla. Daha önce var olmayan bir fikir ya da düşünceyi ortaya çıkarmasını umuyorum. Belki insanları bir süre düşündürür. Ama sonra hiçbir şeyi kontrol edemeyeceğini farketmen gerekir.


Múm Diskografi:

Yesterday Was Dramatic – Today Is OK – 2000 – Múm’un ilk stüdyo albümleri.
Remixed – 2000 – İlk albümlerinin şarkılarının remiksleri. Sigur Rós’un Von-Recycled’ında gözüken gruplardan burada da remiksler görmek mümkün.
Please Smile My Nose Bleeds – 2001 – Morr Music’ten çıkan bir remiks albümü.
Finally We Are No One – 2002 – Sigur Rós’u “kapan” Fat Cat Records’un ikinci İzlanda keşfinden ikinci stüdyo albümleri.
Loksins Erum Við Engin – 2002 – Sigur Rós’un ilk plak şirketi Smekkleysa’dan, Finally We Are No One’ın İzlandaca baskısı.
Summer Make Good – 2004 – Yine Fat Cat’ten, denizfenerinde geçirdikleri yedi haftanın meyvesi, üçüncü stüdyo albümleri.


Finally We Are No One’dan beri epey zaman geçti. Bu süre zarfinda neler yaptınız?

Gunnar – Albümden sonra birkaç turne yaptık.
Örvar – Geçen kış albüm üzerinde çalışmak için Berlin’e gittik. İki albüm arasındaki zaman bize çok görünmedi. Yeni şarkılar hazırlıyoruz.
Kristín – İzlanda’dayken iki kişi ile beraber başka bir grupta çaldım. Bulgar folk müziği yapan bir gruptaydım, oldukça eğlenceliydi. Yaklaşık on kişiydik, sonra herkes kendi işine dağıldı.

Tatil yapacak pek vaktiniz olmadı anlaşılan.

Gunnar – Yeni şarkılar yazmak için harcadığımız zaman biraz tatil gibi.
Kristín – Evet yapmak istediğimiz bu…
Gunnar – Biraz da işi oyun gibi gören insanlarız.
Kristín – Çalmakla ve yemek yemekle vakit geçiriyoruz. Ne zaman bir albüm bitirip onun promosyonuna başlıyoruz, o zaman bütün bunlar bir işe dönüşüyor.

Nasıl bir araya geldiniz? Múm nasıl kuruldu?

Örvar – Gunnar ve ben grup kurmaya çalışan bir arkadaşımız vesilesiyle tanıştık. O arkadaşla birkaç yıldır bir grupta çalıyordum.

Ne tür bir müzikti?

Gunnar – Guitarioso… Gitar, bas, davul ve klavye. Rock kaynaklı.
Kristín – Bir gün ben ve Gyda’nın çocuk merkezimize gelerek çalmışlardı, o zamanlar onbeş yaşındaydık, onları tanımamız gerektiğini anladık. Altı ay sonra da tanıştık.
Örvar – O zamanlar ben Gunnar ile Múm’u kurmuştum. Beraber çalışmaya başladık. Kristín ve Gyda ile okullarında tanıştık. Oyunculuk okuyorlardı, bir gösterileri için müzik yapıyorlardı, ve gruba dahil oldular.

Beraber çalışmaya başladıktan sonra ilk albüm yayınlanıncaya kadar uzun bir süre geçti mi?

Kristín – Bir yıl geçti, değil mi? (Örvar’a doğru)
Gunnar – Kristín ve Gyda ile tanıştığımızda zaten albüm üzerinde çalışıyorduk. Albümü kaydetmeye başladığımız zaman gruba katıldılar.
Kristín – Onlara çaldığımız kendi şarkılarımız da vardı, onları da albüm için kaydettik.

O günlerden beri çalışma tarzınızda değişiklik oldu mu?

Örvar – Teknik düzeyde değişti, kullandığımız teknoloji, ama kendi tarzımızda bir değişiklik yok.
Gunnar – Hepimiz kendimizi ortaya koyuyoruz, gerisi kendiliğinden geliyor. Tabi ki istediğimiz sonuca ulaşmak artık daha kolay, ama yaratıcılık konusunda belirli bir metodumuz yok.

O halde grupta belirli rolleriniz yok.

Örvar – Bazen, ama her zaman değil. Her zaman kullandığımız bir metod yok.

İlk albümünüzde evinizin etrafında kaydedilmiş bir sürü ses kullanmıştınız. Bunu yine sık sık kullanıyor musunuz?

Gunnar – Evet bu her zaman yaptığımız birşey, her yerde sesleri kayıt ediyoruz. Her sese eşit gözle bakmak hoşumuza gidiyor. Eğer bir şey kulağa hoş geliyorsa, hoş geliyordur işte. Bu kadar basit.

İlk albüm hem dinleyici hem de basın tarafından çok iyi karşılandı. Buna tepkiniz nasıl oldu?

Kristín – İlk albüm mü? Fazla basına yansıdığını sanmıyorum. (Örvar’a doğru)
Örvar – İlk albüm? Biraz yansıdı sayılır. Buradaki basında yer aldı.
Gunnar – Oldukça şaşırmıştık. Farkedilmeye çalışmıyorduk, tek kaygımız sanatsaldı. Albüm İzlanda’nın dışına verilince İngiltere’deki insanlar albümü almaya başladı. Bizim için gerçekten hiç beklenmedik bir şeydi.

İnsanların İngiltere’de sizi dinlemelerinin Björk veya Sigur Rós’un orada iyi tanınıyor olmasıyla bir ilgili var mı sizce?

Gunnar – Bana göre bizim müziğimiz tam da elektronikanın patladığı ana denk geldi, insanlar iyi müziğe açlardı.

Bu yüzden mi Fat Cat ile çalışmaya başladınız?

Örvar – Fat Cat’teki insanlar İzlanda’ya çok sık gidip geliyorlardı.
Kristín – Beraber çalışmaya başlamadan önce de onlarla tanışıklığımız vardı.
Örvar – Bence bizim için mükemmel bir plak şirketi. Daha iyisini düşünemezdik.
Kristín – Bize gerçekten güveniyorlar, müzik hakkındaki fikirlerimize saygı duyuyorlar.

Kristín, sen kardeşinle beraber klasik müzik eğitimi aldın. Bu grubun işlerine nasıl yansıdı?

Kristín – Nasıl bir etki olduğunu bilemiyorum, ama etkilediği kesin…
Örvar – Akordiyonu ta-la-la diye çalabiliyorsun. (Eliyle hızlı çalma hareketleri yapıyor)
Kristín – Evet, ama sizinle çalarken o kadar hızlı çalmıyorum. Kendiliğinden olan birşey bu, sanki önceden dinlediğin bir müzik gibi, uzun süredir çalıyor olduğun birşey gibi. Kendine ait bir parçan oluyor. Ben Prokofiev’i çok severim. Peter And The Wolf da sanırım bizimkileri etkilemiş.
Gunnar – Sen Prokofiev dinlersin biz de Peter And The Wolf! (Gülüşmeler)

Finally We Are No One’ı bir denizfenerinde kaydettiğiniz doğru mu?

Örvar – Daha çok fener bekçisinin evi.
Gunnar – Yeni albüm için de çalıştığımız yer. Bu yaz kaydettik.
Kristín – Bu yaz oradaydık, orada olmak ve çalışmak gerçekten çok güzel. Finally We Are No One için denizfenerinde çalışmıştık ama sonunda yine stüdyoya girip kayıt etmiştik. Sonra denizfenerine tekrar gittik, ondan sonra bir turneye çıktık ve sonra tekrar İzlanda’ya dönünce bir arkadaşım bize bu boş evden bahsetti. Bu evin bir fener bekçisinin olması da bir tesadüftü. Kayıtları orada yaptık.

Yeni albümü öncekilerle kıyasla nasıl ifade ediyorsunuz? Albüm kulağa daha kendinden emin geliyor.

Gunnar – Bence birçok yönden daha kırılgan bir albüm, çünkü daha kişisel ve açık bir albüm.
Örvar – Bu albümde daha fazla dışavurum var.

Hangi açıdan?

Örvar – Bilmiyorum…
Kristín – Bence daha gergin.
Örvar – Evet.
Gunnar – Daha kişisel.

Artık sahnede daha fazlasınız…

Gunnar – Sahnede artık büyük bir grubumuz var.
Kristín – Albümde de beraber çalıştığımız üç kişi daha var.
Örvar – Altı kişiyiz!!

Üç kişilik bir grup olarak bu insanlarla aranızdaki uyum nasıl?

Kristín – Biz bir takımız, onlar da başka bir takım, ortada bir top var… (Gülüyor)
Örvar – Çok iyi arkadaşlarımız, onlarla çalışmak çok kolay.
Kristín – Bütün albümlerde çaldılar.
Gunnar – Biz başka insanlarla çalışırken onların kendilerini rahat ve özgür çalışabilmelerini sağlarız, böylece kendi kişisel bakışlarını müziğe katabilirler. Onlara nasıl çalacaklarını söylemeyiz, “Şunu belki şöyle yapmalısın…”gibi öneriler getiririz sadece.
Örvar ve Kristín – Onlar da aynısını bize yaparlar.
Kristín – Sanırım bir grup da böyle çalışır. Sanırım biz bir grubuz. (Gülüyor) Fenerdeyken de bizim yanımıza gelmişlerdi.
Gunnar – Her zaman yanımızda da olmuyorlar.
Kristín – Evet, bazılarının başka projeleri de var. Bazen ayrılmak zorunda da kalıyorlar, o zaman yerlerine gelen başkaları oluyor.

Múm’un geleceğini nasıl görüyorsunuz? Ya da bu düşündüğünüz bir şey mi?

Örvar - Ben düşünmüyorum.
Kristín – Örvar’ı kocaman kulaklar ve saçlarıyla düşünüyorum. Gunnar ve ben aynı kalırız, ama Örvar…

Summer Make Good, albümü dinlerken ismine bakıp farklı bir müzik hayal etmiştim.

Gunnar – Evet, yazla ilgili, yazı çağrıştıran birşeyler beklemiş olmalısın. Bence albümün ismi müziği farklı bir şekilde yansıtıyor, çünkü bu albüm öncekilere göre daha karanlık, daha kişisel bir albüm. Bazıları bu müziğin içinde hüzün ve melankoli bulabilir. Benim gözümden, bu müzik içinde büyük bir umut barındırıyor. İnsanlar albümü birden fazla dinledikten sonra müzikteki hüznün yanına iliştirilmiş olan bu umudu da yakalayabilecekler bence. Albümün ismi de bunu tanımlıyor zaten, bir tür dilek, ya da birşeylerin çıkıp birşeyleri güzelleştirmesi için bir umut.

Evet, çünkü “yaz iyileştirsin” diyorsunuz, değil mi?

Gunnar – Yaz burada bildiğimiz yaz anlamında, ama basit olarak herhangi birşey de olabilir. Yaz her zaman insanlara, çevreye, birçok şeye değişiklik getiren birşeydir.

Dini yönü olmayan bir dua gibi de kabul edebilir miyiz?

Gunnar – Evet böyle de denebilir. Değişim için bir dilek, rica olarak görebiliriz.

O halde albüm değişimle de ilgili…

Gunnar – Kesinlikle.

Albümün bu tür bir mesajı içermesinin çıkış noktası nedir?

Gunnar – Çalışırken hissettiklerimizi, duygularımızı müziğimizin içine katıyoruz, ama aynı zamanda ne demek istediğimiz konusunda da çok açık olmak istemiyoruz. İnsanlar bunun anlamını ortaya çıkarmak için merak duyuyorlar, ne demek istemiş olabileceğimizi düşünüyorlar, insanları bu şekilde yönlendirmek de bizim bir parçamız.

Albümü dinlerken pek fazla anlam çıkarmaya çalışmadım. Sanırım sizin de yapmaya çalıştığınız bu, herşeyi açıklamamak. ama bende çağrıştırdığı şey manzaralar oldu.

Gunnar – Bu şekilde görmen çok hoş. Bence insanın bir yansıması bu. Kimileri yolculuğa, hareket olgusuna daha çok bağlı. Dediğin gibi biz herşeyi ortaya koymuyoruz. İnsanların müzikte kendi duygusal ve görsel bağlantılarını kurmalarını takdir ediyoruz.

Bu albümün kayıtları için özel bir yere gittiniz. Bundan bahseder misin?

Gunnar – İkinci albümü kaydetmeden önce bulmuştuk burayı. İzlanda’nın uzak bir köşesinde, her yerden ve her şeyden soyutlanmış bir yerde. Oraya ulaşmak da büyük bir mücadele gerektiriyor, bütün bu bilgisayarları ve enstrümanları taşımak çok zordu.

Hangi yönden bir mücadeleydi?

Gunnar – Reykjavik’ten oraya en yakın olan kasabaya mesafe arabayla 10 saat. Daha sonra küçük bir kayıkla yaklaşık 45 dakikalık bir yoldan sonra eşyaları indirip fenere ulaşmak için de 15 dakikalık bir yürüme mesafesi var. Tabi o yol boyunca bütün ekipmanları taşımak zorundasınız. Fener herşeyiyle izole bir durumda. Su akmıyor, telefon yok, zaten cep telefonu da çekmiyordu, denizle ulaşım zor çünkü deniz her zaman dalgalı, televizyon yok, yiyecekleri tekneyle karaya çıkıp kasabadan getirmek gerekiyor. Bu mekana tekrar gitmemizin sebebi oradaki hayatımızdan çok memnun oluşumuzdu. Çok farklı bir yer, bir çok şey hakkında düşünmeni sağlıyor. Kendi normal hayatının oradaki hayatından ne kadar farklı olduğunu farkediyorsun. Ne kadar basit yaşadığını, ama aynı zamanda ne kadar da zor olduğunu görüyorsun. Mesela evde su yoktu, su ihtiyacımızı yakındaki bir dereden kovaya doldurup getirerek gideriyorduk.

Bence dünyanın neresinde olursan ol yaşadığın bu tüketime dayalı yaşamı dengeleyen bir tecrübeydi bu. İzlanda gibi uzak bir yerde bu şekilde bir tecrübeye gerek yok, çünkü zaten izole bir toplumdasın. İnsanlara bunu denemelerini tavsiye ediyorum. Aslında birçok insan bunu zaten yapıyor, yazlıklarına gidiyorlar mesela.

Bu tür bir izolasyonun müziğinize nasıl bir etkisi oldu? Nasıl yansıdı?

Gunnar – Bunun ve birçok şeyin gösterdiği, aslında esas etkileşimin bizden, yani insanlardan kaynaklanmış olduğu. Bu birçok konuda ilham kaynağı oluyor. Normal kuralların geçerli olmadığı farklı yerlerde bulunabilmek için güç veriyor. Bana göre bunun müziğimize yansıması bilinçli birşey değil.

Bunun size güç vermesiyle neyi kastediyorsun?

Gunnar – Biz orada altı hafta geçirdik. Mesela ilk bir iki hafta uyumayı hiç düşünmedim. Genelde geceleri üç – dört saat uyuyordum. Bir şekilde bir enerjinin varlığını hissediyorsun. Orada bir takım şeyleri elde etmek için de efor sarfetmen gerekiyor. En basitinden 45 dakikalık yola gidip kasabadan birşeyler almak. Yaşamını nasıl sürdürdüğünle direk bağlantı içindesin bir yönüyle.

Peki bu yeri nasıl buldunuz?

Gunnar – Tamamen şans eseri. Önceki albüm çıkmadan önce, sadece müzikle uğraşmak, iyi vakit geçirmek için şehrin çok dışında bir yerler arıyorduk. Kardeşim bir denizfenerini satın alan birisini tanıyordu. Bize çok ilgi çekici geldi.

Fener çalışıyor muydu?

Gunnar – Evet. Fener aslında bir kuleden ibaret, onun yanında da bekçisinin kaldığı ev var. Eskiden fenerlerde bekçiler aileleriyle beraber yaşarlarmış. Oraya gittiğin zaman bu tip şeylere ilgi duymaya başlıyorsun. Oraya bu binayı inşa etmiş olmak da çok zor olmalı. Belki 80, belki de 100 yıl önce. 1980’lerde de artık orada yaşayan insanlar yerlerini küçük otomatik cihazlara bıraktılar, çünkü fener artık tamamen otomatik çalışıyor. Enerjiyi güneş enerjisiyle sağlıyor. Artık orada birilerinin kalmasına gerek yok, tabi uzun yıllar önce durum hiç de öyle değilmiş. Orada olup yıllar önce orada birilerinin ya da sadece bir kişinin yaşadığını düşünmek ilgi çekiciydi.

Ki o kişiler yılın bütün zamanını orada geçirmişlerdi, oysa biz orada yazın kaldık. Üç hafta boyunca güneş ufkun üstündeydi. 24 saat boyunca güneşi görebiliyorduk. Öğle zamanı dağın arkasında kalsa da gökyüzü her zaman parlaktı. Üç haftanın sonunda alçalmaya başladı ve karanlığı yaşamaya başladık tekrar.

Peki bu durum sizi ruhsal olarak etkiledi mi?

Gunnar – Kesinlikle etkiliyor, ama iyi yönde. Eskiden yapılmış bir araştırma okumuştum. İnsanın günlük çevrimiyle ilgili. Bir günü normal olarak bölüp yayınca gereken uygun zamanın 25 saat olduğunu bulmuşlar. Bu deneyi yaptıkları insanlar gündelik hayattan uzak, zaman kavramını taşımayan insanlarmış. Eğer bunu normal modern hayata uyarlarsan her zaman herşey için bir saat geç kalmış olursun. Benim için oldukça mantıklı. Ama ben zamana bağlı yaşayan birisi değilim. Canım istediğim zaman çalışıyorum, istediğim zaman uyuyorum, bunu yapabiliyor olmak bir ayrıcalık. Böyle bir yere gidince de hayatındaki birçok şeyin kendi kararlarının dışında gelişiyor olduğunu farkediyorsun.

Zamana bağlı olarak yaşamadığını söyledin. Bu şu an yaptıklarının bir sebebi olabilir mi? Mesela müziğe başlama ya da hayatını bu şekilde sürdürmeye karar vermen için bir sebep?

Gunnar – Evet, sanırım. Eskiden çalıştığım işlere zamanında gitmek zorundaydım, yoksa kovulurdum. Ama şimdi bu ayrıcalığa sahibim. Gece çalışmayı seviyorum, gecenin geç saatlerinde gelir aklıma birçok şey. Bir yerlere gitmek zorunda değilimdir, yapacak başka birşey yoktur, kimse beni o saatte aramaz. Gece kendimi daha yaratıcı hissederim. Bu nedenle son albüm için de bir gece albümü diyebiliriz. Odanda tek başınasındır, dünyanın geri kalanından soyutlanmış, gecenin sana özel anlarını yaşarsın.

Ama albümü kaydettiğiniz zaman güneş hiç batmıyordu. İlginç bir zıtlık var.

Gunnar – İzlanda’nın bir özelliği bu. En kısa gün bir saat uzunluğundadır mesela. Yazın ortasında gece tamamen aydınlıktır, kışın da bütün gün karanlıktır. Saat dokuzda kalktığın, işe gittiğin, akşam da gece yarısından önce uyuduğun normal düzene pek uymuyor.

Denizfenerinin otomasyona geçtiğinden bahsettin. Artık bekçinin yerine küçük bir cihaz bakıyormuş. Sizin müziğinizi ilginç kılan bir özellik de bu tür bir ilişkinin varlığı, analog ekipman kullanıyorsunuz, ama dijital ekipman da kullanıyorsunuz ve bir şekilde bu bir zıtlık yaratmıyor. Müziğin içinde birbiriyle karışabiliyor.

Gunnar – Müziğimizin büyük kısmı bilgisayar ve elektronik ekipmanların desteği olmadan yapılamazdı. Bugün böyle çalışıyoruz ama dijital teknolojiyi de kötülemiyoruz. Bizim müziğimizin seslerle çok alakası var. Yapmak istediklerimize ulaşırken bu ikisini bir araya getirebiliyoruz. Bana göre analog ve dijital teknolojiyi birbirinden ayıran şey analog teknolojinin bir karakterinin olması.

Bir kaydı direk dijital ortamda yapmakla analog ortama kaydedip sonradan dijital ortama aktarmak arasında fark var. Çünkü eğer önce banda kaydedersen sonra dijital ortama geçirirken bandın karakterini de yansıtmış oluyorsun. Bu albümde de bunu sıkça kullandık. Seslerle oynamak ve değiştirmek için tamamen bilgisayar kullanmak yerine, eski model hoparlör ve amfiler kullandık, özel hazırlanmış odada kayıtlar aldık, aletleri farklı pozisyonlara yerleştirerek farklı kayıtlar aldık. Bu şekilde elde ettiğimiz farklar çok büyük farklar değil. Yani klasik bir gitarın sesini sert elektro sound olarak almıyoruz, bilgisayar ortamında kolaylıkla yapabileceğiniz aşırı değişimlerin aksine çok hafif farklılıklar yaratıyoruz.

Analog ve dijital ekipmanla çalışmak arasında bir uyumsuzluk görüyor musun?

Gunnar – Bence ikisi beraber çok iyi gidiyor. Ama uyumsuzluk olarak düşünürsek, bir tarafta içinde herşeyin olduğu bilgisayarımız var, diğer yanda da kayıtları aldığımız teyp cihazı. Teyp cihazı mekanizmadan oluşuyor, bilgisayar gibi birler ve sıfırdan ibaret değil. Tabi işin başında, daha sonra kayıt ve miks aşamalarında da sorunlar yaşadığımız oldu. Kulağınla farkedemezsin, ama teyp cihazının mekanizması kimi zaman farkedilmeyecek kadar yavaşlıyor veya hızlanıyordu. Bilgisayar ile beraber çalıştıkları zaman farklılıkları anlayabiliyorduk. Bütün harcanan emeklerden sonra, bütün o aşamalardan sonra, şarkıların son hallerini kaydederken şarkının yarısından sonra bir kısmının diğerinden geri kalması çok tuhaf oluyordu. Bu da bir mücadele oldu bizim için, sonuçta sorunu çözdük tabi ki.

Sizi şimdi kafamda bütün o amfilerinizi, ekipmanlarınızı sırtlamış oraya giderken canlandırıyorum da, bunu gerçekten nasıl becerdiniz?

Gunnar – Aslında bayağı çok ekipman taşıdık yanımızda. Albümdeki bir şarkıda canlı davul kayıtları var mesela.

Koca bir davulu da mı götürdünüz?

Gunnar – Hayır, pratik, küçük bir davul setiydi o, büyük yuvarlak bir çantanın içinden çıkıyordu hepsi. Hepsini Reykjavik’ten o küçük kasabaya yolladık. Daha önce de oraya gitmiş olduğumuz için insanlarla tanışıyorduk, hepsi de cana yakın, iyi insanlardı. Malzemeleri balıkçı iskelesinde tuttular. Balıkçıların gelip balıklarını sattıkları yerde. Oraya gittikten sonra malzemeyi taşımamız da üç – dört günümüzü aldı. Küçük bir zodiac botumuz vardı, her bir malzemeyi naylonla kaplıyorduk, devamlı botun içine su geliyordu çünkü.

Geri dönmesi daha zordu, çünkü o mekanda geçirdiğimiz onca zaman yeni şarkılar yazmıştık, yeni çalışmalar yapmıştık ve hepsini kaydetmiştik, hepsi o bilgisayarların içindeydi. Onları bota yüklemek, denizi geçmek, kaybedecek çok şeyin olduğu düşüncesine kapılıyorsun.

Fırtınalı bir yaşamda hatalar yapmak gibi…

Gunnar – Bence insanlar düşündüklerinden daha fazlasını da yapabilir. Tek gereken şey kendini bu koşullara yerleştirmen. Eğer onlara göğüs gerersen herşey iyi gider. Vaz geçmezsin. Bence insanlar mücadele etmeye hazır. “Ben başaramayacağım, kendimi okyanusa salıp sürükleneceğim.” diye düşünmüyorlar. Hayatları için, veya başka şeyler için mücadele ediyorlar. Bizim de bu albümde yaptığımız şey bu oldu.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home