Salı, Nisan 04, 2006

Manic Street Preachers


Manic Street Preachers – Sert ve Politik

James Dean Bradfield – Vokal, gitar
Nicky Wire – Bas
Sean Moore – Davul
Richey James Edwards – Ritm Gitar (1995)

Diskografi:

1990 – New Art Riot EP
1990 – Motown Junk Single
1990 – You Love Us Single
1991 – Generation Terrorists LP
1993 – Gold Against The Soul LP
1994 – The Holy Bible LP
1996 – Everything Must Go LP
1998 – This Is My Truth Tell Me Yours LP
2001 – Know Your Enemy LP
2002 – Forever Delayed LP
2003 – Lipstick Traces – A Secret History Of Manic Street Preachers LP
2004 – Lifeblood LP

Manic Street Preachers üyeleri 60’lı yılların sonlarında Galler bölgesindeki madenci kenti Blackwood’da doğdular. Çocukluk yıllarındaki arkadaşlıkları okul çağında da kopmamalarını sağladı. Annesi ile babası ayrılan Sean bir dönem aynı zamanda yeğeni de olan James Dean’in yanına taşındı. Üniversiteyi bitirmelerinden sonra Nicky, James Dean, Sean ve Flicker isimli bir gitaristle beraber Betty Blue isimli ilk grubunu kurdu. Richey bu aşamada grubun daimi üyesi olmayıp ilk single’larının kapaklarını hazırlamakla meşgul oluyordu. Grup daha sonra ismini Manic Street Preachers olarak değiştirdi ve alt grupları olarak onlara yer vermeleri için çeşitli gruplara single’larını yollamaya başladı.

Ama grubu ilk kez menejer Kevin Pierce ile tanıştıran ve Londra’daki ilk konserlerini gerçekleştirmelerini sağlayan, artık grubun daimi bir üyesi olmuş olan Richey’di. Bu konserden sonra Damaged Goods’un ilgisini çektiler ve 1990 Ocak’ında buradan ilk ve tek EP’lerini çıkarttılar: New Art Riot. Bu EP ile çeşitli küçük ödüller kazandıktan sonra Hall Or Nothing’in sahibi Philip Hall tarafından “kapıldılar”, Hall bundan sonra grubun hem menejeri hem de aile üyesi oldu.

Hall’un önderliğinde underground piyasada yavaş yavaş tutunmaya başladıktan sonra medyanın da ilgisini çekmeye başladılar. Aynı yılın Ağustos ayında bağımsız şirket Heavenly ile anlaşan grup ses getiren Motown Junk ve You Love Us single’ları ile ortamı sarsmaya başladı. Böylelikle Mayıs 1991’de Sony ile anlaştılar ve ilk albümlerini yayınladılar: Generation Terrorists. Albüm iyi bir grafik çizerek dünya çapında 250,000 sattı.

Başarılı bir dünya turnesi, Reading Festival’inde 40,000 kişinin önünde sahne almaları, Spastikler Cemiyeti ve NME’nin ortak hayır projesi için kaydedip piyasaya sürdükleri Suicide Is Painless ile ilk 10’a girmelerinden sonra Haziran 1993’te yeni albümleri Gold Against The Soul ile döndüler.

Grubu şok eden bir gelişme, iki yıldır sürdürdüğü kanser tedavisine yenik düşen menejerleri Philip Hall’un 7 Aralık 1993’te ölmesi oldu. Sonraki Mart’ta hayır amaçlı bir konser düzenlediler ve gelirini kanser araştırmalarına bağışladılar.

Mayıs 2004’te yeni albümlerinin habercisi Faster single olarak piyasadaydı, ama aynı dönemde basının ilgisi grubun müzikal adımları değil, Richey’in özel hayatıydı. Ağustos ayında bir psikiyatri kliniğine yatan Richey gruptan kopmayarak albüm tasarımları için çalıştı. 30 Ağustos’ta karanlık albümleri The Holy Bible piyasadaydı. Bunu takip eden iki single Revol ve She Is Suffering, daha çok Richey’in sağlık durumunu takip eden medyada pek fazla yankı bulmadı.

Richey’in takıma geri dönmesiyle beraber Therapy? ve Suede ile Avrupa’yı turladıktan sonra Aralık ayında Londra’da bir dizi konserle devam ettiler.

23 Ocak 1995’te, Richey bir Japon dergisine bilinen en son röportajını verdi. Dokuz gün sonra, Amerika’ya uçma hazırlıkları yaptığı otel odasından kayboldu ve bir daha ondan hiç haber alınamadı. Polisin, ailesinin ve arkadaşlarının ellerinden geleni yaptıkları bu olay halen sırrını koruyor.

Basının yoğun baskısı altında, Richey’in ailesi ile ve menejerleri ile uzun uzun görüşen James, Nicky ve Sean devam etme kararı aldılar ve hayranlarını üzmediler. 29 Eylül’de Stone Roses’ın alt grubu olarak sahne aldıkları Wembley’de göründüler. Sonraki aylarda ise yeni albümleri Everything Must Go’nun hazırlıkları içine girdiler.

15 Nisan 1996’da listelere ikinci sıradan giren ilk single’ları A Design For Life’ı çıkarttılar. 20 Mayıs’ta da en çok satan albüm listelerinde ikinci sıraya kadar yükselecek olan albümleri takip etti.

Everything Must Go iki kez platin plak kazandı, albümden çıkan diğer single’lar Everything Must Go, Kevin Carter ve Australia ise listelerde ilk 10 içinde yer aldılar. 1997 Şubat’ında Brit Awards ödüllerinde yılın en iyi grubu ve en iyi albümü ödüllerini aldılar.

Beşinci albümleri This Is My Truth Tell Me Yours çıkmadan hemen önce BBC televizyonunda bir belgeselleri yayınlandı. Belgeselde kameralar Blackwood, Güney Galler’e grup elemanlarının çocukluklarının izlerini sürmek için çevrildi. Kuruluş yıllarında yaşadıklarının müziklerine olan yansıması araştırıldı: 80’lerin ortasındaki madenci grevi, bölgenin politizasyonu, grevin bozulması ve bunun sonucunda yerel ekonominin çökmesi. 1998 yılının sonlarına doğru müzik dergilerinin okuyucu oylamalarında hep onlar vardı. Q Magazine onları “Zamanın en büyük müzik hareketi” olarak tanımladı.

1998’deki kapalı gişe turnenin ardından ’99 başlarında Manics, adını uluslararası kulvara yazdırarak Avustralya, Japonya ve Avrupa’da dolaştı. 1999 Brit Awards için kısa bir süre anavatanlarına döndüler ve buradan da bir double double yaparak This Is My Truth Tell Me Yours ile yılın en iyi grubu ve en iyi albümü ödüllerini alarak ardarda iki albümüyle bu iki ödülü kucaklayan ilk grup olarak tarihe geçtiler. Aynı yılın yazı ise Glastonbury, T In The Park ve V99 festivalleri ve üç yıldır gitmedikleri Amerika’da bir turne ile devam etti. Yıl sonunda ise Cardiff Millenium Stadium’da verdikleri unutulmaz konserle yeni binyılı karşıladılar.

Ocak 2000’de video klip ve promosyon olmaksızın çıkarttıkları The Masses Against The Classes single’ı ile bütün boy/girl band’leri geride bırakıp birinci sıraya çıktılar. Aynı yıl milenyum konserlerinin videosu Leaving 20th Century ismiyle piyasaya çıktı.

2001’deki geri dönüşleri altıncı albümleri Know Your Enemy ile oldu. Turneleri ise rock ‘n roll tarihinde yeni bir sayfa açacak bir konser ile başladı. Küba’da konser veren ilk batılı rock grubu olarak herkesin dikkatlerini çektiler. Konser olağandışı bir havada gerçekleşti, en önemlisi de Fidel Castro’nun bütün konseri izlemesi ve ertesi gün grup elemanlarıyla bir araya gelmesiydi. Bu konser 2001’in sonbaharında Louder Than War ismiyle DVD olarak piyasaya çıktı. Yıl sonunda Q Awards’da en iyi konser performansı ödülü aldıktan sonra yeni şarkılar kaydetmek için çalışmalara başladılar. Bu çalışmaların sonunda da 2002’de Forever Delayed albümleri ile döndüler.

2003’teki toplama albümleri Lipstick Traces’dan sonraki albümleri ise 2004 tarihli Lifeblood.

--------

‘The Holy Bible’ gibi bir albüme iki farklı yönden bakılabilir. Bu albüm ya umutsuzca nihilist bir perspektifle yapılmış olabilir, ya da berbat bir geçmişle başa çıkmasını bilerek daha iyi bir gelecek yapısı kurmak için ümit dolu bir itici kuvvetle ortaya çıkmış bir ilaç olabilir. Bu albümün ortaya çıkmasında hangisi daha baskındı size göre?

Nicky – Bu albümün kızgınlık, kontrolü tekrar ele geçirme ve insanlığın kendisiyle yüzleşmesini sağlamakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Müzikal ve şarkı sözleri açısından tamamen gerçekçi bir şey yapıyorduk. Kayıt aşaması grup olarak en iyi zamanlarımızdan birisiydi. Hiçbir zaman “çok mutlu” değilizdir, ama birbirimizle çok rahattık.

DVD’de buna değindiğin bir kısım var, albümü nasıl aralıksız yedi hafta çalışarak kaydettiğinizi anlatıyorsun.

Nicky – Evet, en iyi yanı da herkesin kendine ait bir alanı vardı. Sanırım Public Enemy’den öğrendiğimiz şey bu, herkesin bir işbölümü var. Herkesin meşgul olduğu birşeyler vardı. James saatlerce ayaktaydı, müzikal anlamda kendini zorluyordu sürekli, Richey daktilosuyla oradaydı, John çizimlerle meşguldü, ben de Sean’la ritm bölümünü oluşturuyordum ve sanırım ilk kez bu iş negatif birşeye dönüşmüştü, çünkü bana göre kızgınlık orada tamamen olumlu bir şekilde kullanılmıştı.

Diğer yandan, bundan sonraki işleriniz düşünüldüğünde, işin negatif boyutunu düşünmek çok kolay. ‘The Holy Bible’ ile ondan sonrakiler arasındaki benzerlikler en az farklılıkları kadar büyük. Ama insanların önemsedikleri bu farklılıklar. Negatiflik, kızgınlık, ve bunun etrafındaki bütün bu dram.

Nicky – Sanırım bu ilk kez bir sanat eseri ürettiğimizi düşündüğümüz zamandı. Düşünüyorum da, her bir parça, her bir çizim, albümdeki herşey, her bir bas notası, her bir gitar riffi, söylemek biraz caka satmak olacak ama, bundan önceki iki albümde dünya çapında satacak birşeyler üretmeye çalışıyorduk, ama bu albümde bir sanat eseri üretmeyi amaçladık.

Son zamanlarda bu röportaja hazırlanırken albümü çok sık dinledim. Bu albümde bazı yerler var ki bunların neşeli şarkılar gibi algılanması asla mümkün değil.

Nicky – Hayır.

Ama bazı şarkılar var, mesela ‘PCP’, sözler kızgınlık dolu, ama baskın bir davetkarlık da içeriyor…

NickPCP gibi bir şarkıda şöyle bir duygu vardır, eğlence değil, ama bir grubun çalmaktan keyif alması, hem müziğiyle hem de sözleriyle… Bu tür bir şarkıyı yazma fikri düzene olan karşıtlıktır, ve bizim kesinlikle çok keyif aldığımız birşey! (Gülüyor)

Her zaman için popüler müziğin, özellikle de rock ‘n’ roll’un bu tür ağır konu ve fikirler için uygun bir araç olmadığını düşünen bir grup olacaktır. Ama açıkça görülüyor ki siz bu kızgın politik tavrınızı müziğinizle taşımaktan çekinmediniz.

Nicky – Kesinlikle.

Peki sizce diğer grupların aksine politik yönünüzün ticari başarınıza engel teşkil etmemesi neye dayanıyor?

Nicky – Sanırım bu bizim için kolay oldu, çünkü bu tamamen neye ilgili olduğumuzla ilgili. Biz politik insanlarız, sadece politik bir grup değiliz. İçinde büyüdüğümüz çevrenin de bununla bağlantısı var. Ben siyaset üzerine okudum, ilgi duyduğum bir konuydu, bu açıdan şanslıyım. Richey de tarih okuduğu bölümde İkinci Dünya Savaşı’nın siyasi boyutlarını detaylı bir biçimde ele almıştı. Dördümüzün de etkilendiği kimseler, Clash ya da Public Enemy olsun, ilgi duyduğumuz herşeyin onlarla bir bağlantısı vardı. Feyz aldığımız insanlar hakkında ve onların, bizden daha iyi konuştuklarını göstermek için alıntılar yaptığımızda hep samimi olmuşuzdur. Bizim için bu çok doğal olmuştur. 11 Eylül sonrası Bush tutumunun en kötü yanı, birçok grubun politik şarkı yapmaya zorlanması ve politik görünmeleri, bence bunun dürüst bir yanı yok. Son 10 yılın yarısında nerelerdeydiler çok merak ediyorum. Bir sabun köpüğünün içinde yaşıyorlar ve akıllarının başlarına gelmesi için bir tür savaşa ihtiyaçları var. Manic Street Preachers’ın birşeylerin farkında olması için bir savaşa gerek olmadı hiç.

Bunu söylemen çok ilginç, çünkü bir anda insanın aklına türlü şeyler çağrıştırabiliyor. Mesela, Bruce Springsteen hakkında ne düşünüyorsun bilemiyorum ama, 11 Eylül’den sonra çıkardığı ilk albümden sonra insanlar onun ne kadar büyük bir müzisyen olduğunu konuşmaya başladı, çünkü en basitinden 11 Eylül’den bahsediyordu. O hiçbir zaman politikadan utanan bir müzisyen olmamıştır, ama bu albümü yaparken nasıldı bilemiyorum. 11 Eylül hakkında konuştuğu için pek de iyi bir albüm olmamasına rağmen onu mazur görmeliymişiz gibi…

Nicky – Hayır, mesela Travis de politik bir albüm yapmaya çalıştı, ama üç albümlük aşk şarkıları yazınca tuhaf oldu. Ama anlamadığım şey şu. Kore’den Granada’ya, Güney Amerika’nın tamamından Vietnam’a, Amerika’nın dış politikası hiç değişmedi. Irak ya da Afganistan’a özel hiçbir şey yok. Beğensen de beğenmesen de Amerika’nın dış politikası bu. Şeytanın doğası. Green Day bile politikleşmeye başladı, bana göre tamamen bir aldatmaca.

Albümleri hakkında çok iyi bir eleştiri yazmıştım, üstelik de böyle bir albümün onlardan en son beklediğim şey olduğunu da söylemeliyim.

Nicky – Hayır, aslında iyi bir albüm, beni yanlış anlama, kendimi bütün bu zaman etrafımdaki herşeyi ihmal etmişim gibi düşünemiyorum sadece. Bakış açılarını değiştirecek apaçık bir şeylere ihtiyaçları vardı belki de.

Clash ve Public Enemy’den bahsettin. Politikayı bunlar gibi kullanan başka örnek düşünemiyorum. Onlar politikayı kullanmadılar, zaten kendileri politiktiler. Politika yaşadılar ve soludular.

Nicky – Bizim de başarısız olduğumuz noktalar olduğunu biliyorum, bilirsin, ben vaaz vermiyorum. Politika hakkında ne kadar çok konuşursan o kadar hata yaparsın, çünkü politika devamlı değişime uğrar ve olaylar seni herşeyin merkezine koyar, bunun bizim için de geçerli olduğunu düşünüyorum. McCarthy isminde bir İngiliz indie grubu var, politik yönleriyle de bizim için büyük esin kaynağı olmuşlardır. I Am A Wallet en iyi albümleridir. Smithsvaridirler ama şarkı sözleri bizi çok etkilemiştir.

The Smiths her zaman iyidir. Politikayı kullanabilen gruplardan biriydiler, yaygın olmamakla beraber politika müziklerinde her zaman yer almıştır.

Nicky – Sizin de MC5’iniz, Phil Ochs’unuz vardı. Phil Ochs’u daha çok severdim ama bence sadece bir protest şarkıcıydı. Joy Division’ı çok severiz, ama o zamanlar geldiğimiz yeri beğenmiyorduk, başlangıçta bizim üzerimizde büyük etkileri oldu, çünkü ufak kasabandan kaçma fikri vardı, bütün bu büyük gruplar büyük şehirlere taşınıyordu.

Rock ‘n’ Roll’un kuralı bu!

Nicky – Evet, kesinlikle.

Neden toplumun belli kesimleri – Amerika, İngiltere, bildiğim tüm toplumlar için geçerli – ünlü insanların politik görüşlerini ortaya koymamaları gerektiğinde ısrar ederler?

Nicky – Biliyorum, çok tuhaf. Nedenini hiç anlayamamışımdır, kesinlikle de katılmam. Zaten tek yaptığımız da politikacılar hakkında sızlanıp durmak. Bizim ülkede bir tür eğlence kaynağı.

Amerika’da da öyle…

Nicky – Yaptığın herşeyde, bir alternatifin sunulmuş olması gerekli. Tek yapabileceğin şey fikrini ortaya koymak, birşeyleri çözeceğin fikrini ortaya koyacağını sanmıyorum. Sanırım orada cevaplardan çok soruları ortaya koymalısın. Eğer Sony’e bağlıysan, bilirsin büyük bir şirkete bağlısındır, fikirlerini açıklayamazsın. Clash’e saygı duyduğumuz noktalardan biri de ilk iş olarak CBS ile anlaşma yapmaları. Biz de onlarla çalışmak istemiştik. Sanatsal kontrol en önemli şey, plak şirketinden alabileceğinin en fazlasını alabiliyorsan gerisi gerçekten hiç önemli değil.

İngiltere için konuşamam ama, Amerika’da Bruce Springsteen ve R.E.M. gibi gruplar, bahsettiğimiz bu dönemde ortaya çıktılar, ama hayran kitlelerinin onlara sırt çevirmesi değildi olay, toplumun büyük bir yüzdesinin bu ünlü kişilerin fikirlerini topluma anlatmaya hakları olmadığını söylemeleriydi.

Nicky – Amerika seçimlerinde ortaya şu tablo çıkmaya başladı, Demokratlar asla kazanamazlar çünkü bu kutuplaşma var. Demokratların Batı ve Doğu kıyısı var ve tam ortalarında Cumhuriyetçiler duruyor. Cumhuriyetçiler muhafazakar sağ kesimi motive etmeye devam ettikçe Demokratların kazanabilmesi matematiksel olarak mümkün değil, bu da senaryonun korkucu boyutunu gösteriyor. Thatcher ve Muhafazakarlar cephesinde de bunun bir benzeri yaşanmıştı. İşçi Partisi çok fazla sola kaymıştı ve asla kazanamayacaklardı, kazanabilmeleri için merkeze doğru uzun bir yol katetmeleri gerektiği açıktı. Demokratların zaferini matematiksel olarak düşünmek gerçekten zor. Haritaya bak işte, tam ortada koskocaman bir kırmızı bölge var.

Ama şu İşçi Partisi’nin aşırı sola kayması hakkında söylediklerin, Demokrat Parti’nin başına da aynısı geldi… Reagan ve Bush 1 zamanında bir azınlık olarak memnunduk, hatta ta Carter zamanında, Nixon, Ford, Reagan ve Bush arasında bir 4 yıllık Carter süreci var.

Nicky – Carter bence oraya gelmiş en solcu başkan olarak göründü, çünkü sağ kanadın felsefesinin de içinde sıkışmıştı.

Ama Clinton da vardı, o merkezciydi. Liberal değildi, merkezciydi ve Demokratlar onu çok tuttu çünkü uzun bir süredir kuvvetten düşmüştük. Ama aynı zamanda ilerleme planları da sekiz yıl boyunca zayıf kaldı.

Nicky – Demokratların yolundan gitmem. Merkeze daha fazla yaklaşamazlar, ama geriye doğru sol kanada dönerlerse de oyları azalır. Bazı şeyler dramatik bir biçimde değişebilir, ama ilk seçim beni çok korkuttu. Ortada bir komplo teorisi yok, Amerika’nın orta kesiminin büyük bir çoğunluğu George Bush’un haklı olduğuna inanıyordu. Ekonomi kötü giderken, ordu dünyanın birçok yerine girmişken, insanların bu partiye oy vermelerini sağlayan gücün eşi benzeri yok.

Amerika’da izole olmak, toplumdan dışlanmış olmak çok korkutucu bir şeydir. Sol kanatta da yoğun bir tükenmişlik havası hakim, “yapabileceğimizin hepsini yaptık” gibi bir düşünce.

Nicky – Tamamen katılıyorum. Bir tarafta savaş gazisi başkan adayı ve karşısında askerlikten kaçmış bir başkan, ve bunu aleyhinde kullandılar. Buradan izlemesi çok şaşırtıcıydı, televizyondan an be an izledik, neredeyse zorunlu hissettik izlemek için.

Eminim oradan oturup izlemek içinde olmaktan çok daha iyidir.

Nicky – Evet, insanların Amerikan düşmanlığı ve bu tür şeylerle ilgili bir sürü fikirleri var. Turnelerde seyahat ettikçe tanıştığım insanların büyük çoğunluğu aklı başında, düşüncelerini tartışan insanlar. Ama bir grup insan var ki onların dışında olduğunu hissediyorsun, bir de farklı bir ülkeden geldiğini düşün, onların çok daha fazla dışında kaldığını görürdün.

Bütün ciddiyetimle söylüyorum, karımla Kanada’ya taşınmamamızın tek nedeni o altı aylık karantina devresi boyunca köpeklerimizi bakım çiftliğine bırakmak istemememiz.

Nicky – Köpek dostlarına hep güvenirim.

Bunu duymak çok güzel. Bunu söylemen garip çünkü ben aslında bir kedi insanıyım, ama bir köpek insanıyla evlendim.

Nicky – Bir kedi insanına güvenmem.

Bunu söylememeliydim! (Gülüşmeler) Politikadan konuştuğumuz için sormayacaktım ama bunu İngiltere’den bir başkasına soramamıştım, şu tilki avı tartışması… Bu gerçekten bir tartışma mı yoksa İşçi Partisi’nin Lordlar Kamarası’na girmek için bir hareketi mi?

Nicky – İşçi Partisi 1997’de yönetime geldiğindeki icraat planının maddelerinden biriydi. Planda yer vererek yapmak zorunda oldukları şeylerden birisi. Küçükken Avam Kamarası’na gitmiştim, 12 yaşlarındaydım. Neil Kinnock o zaman İşçi Partisi lideriydi. O zamanlar bile ben ve annem hayvan hakları konusunda ciddiydik, ben de o zaman Neil Kinnock’a tilki avını yasaklayıp yasaklamayacaklarını sormuştum, o yaşımda bunu yapabiliyordum. Ama şimdi anlamını yitirdi, bir tür sınıf kavgasına dönüştü.

İnsanlar tilki avının yasaklanması için oy kullandı. Bizde ülke bu tür şeylerde yönetilir. Tilki avcıları, madencilerin grevini umursamaz, onlar hayatlarında hiç grev yapmamışlardır zaten. Bu ülkedeki en sağ kanatta onlar var, bu yüzden dürüst olmak gerekirse onlara hiç sempati duymuyorum. Bu ülkedeki her büyük greve karşı olmuşlardır, avlanmaya haklarının olduğu ise gerçekten çok fazla.

İkiyüzlülük sapasağlam ayakta…

Nicky – Hem de her yerde…

Amerika’daki dinleyici kitleniz ve hayranlarınız hakkında neler düşünüyorsun?

James – Dinleyici kitlemiz genellikle İngiltere’ye bağlı insanlar, herşeyi kafalarında tartan tipler. Oysa İngiltere’de dinleyicimiz ikiye ayrılır, aslında yarı yarıya da değil tam olarak, küçük bir azınlık şarkıyı sözlerine kafayı takmıştır, gerisini pek düşünmezler. Amerika’daki dinleyicimiz çok az, ama kesinlikle şu an için kemik kitlemiz. Herşeyi tartıyorlar ve şarkıların içinde gizli birşeyler var mı diye arayıp duruyorlar.

Ama uzun bir süredir piyasadasınız. Sence sözlerinizde anlattıklarınızın Amerika’da anlaşılamaması gibi bir sorun olabilir mi?

James – Şu ana kadar böyle bir sorun yaşamadık. Konserlerden sonra tanıştığım, tanışacağım tipler genellikle beklemeyi göze almış insanlar oluyor, onlarla bu fikirleri konuşmakta bir sorun yaşamıyorum, çünkü eğer bizi beklemek için zaman ayırıyorlarsa bunları tartışıp anlamaları için de zamanları var demektir. Ama genel boyutta ele alırsan, o sembolizm bizde yok. Mesela Rage Against The Machine’in şarkı sözlerine bakarsan, “Fuck you, i won’t do what you tell me.” gibi sözler var, burada sembolik bir isyan söz konusu. Öte yandan If You Tolerate This gibi bir şarkı çok daha fazla tarihe dayalı bir şarkı, Avrupa tarihi ile ilgili. Bu sebeple Amerika’da şarkıların bazıları mutlaka yanlış anlaşılacaktır, ama konserlerde insanlar şarkıları aynı İngiltere’dekiler gibi algılıyorlar.

İspanyol iç savaşından esinlendiğiniz ‘If You Tolerate This’ ile ilgili; şimdiki zaman ile, bu jenerasyon ile ilgili, sizi umut dolu birşeyler yazmaya itecek bir takım hareketler görüyor musunuz?

James – Hayır, pek değil. Aslında dikkat edilmesi gereken birşey varsa o da Güney Amerika politikasıdır. Ama benim dünya çapındaki politikalar hakkında pek de fazla bilgim yok. Günümüzde herşey politikayla içiçe artık, İspanyol iç savaşı ise romantik bir savaştı. O zamanki mücadele açık idealler üzerineydi, oysa şimdikilere baktığınızda herşey şüpheli. Bölünmelerin içinde bile bölünmeler, kopmalar var. INLA, RUC ve IRA’yı ele al, üç tane örgüt var ortada, kimisi yasal kabul ediliyor, kimisi de yasadışı. Bu tip şeyler ile ilgili şarkıların yazıldığına pek şahit olamazsın, çünkü bütün bunlar çok karmaşıklaşmış olaylar. İspanyol iç savaşı bunun tam tersiydi, çünkü o basitçe iyinin kötüyle olan mücadelesinden ibaretti. İşte bu yüzden günümüzde bu tür şarkılar pek çıkmıyor, herşey politikaya bulanmış durumda. Arada çok büyük bir fark var.

Yeni albümünüzün şarkı sözlerini yazarken sizi etkileyen olgular neler?

James – Şu anda hiçbir fikrimiz yok, çünkü şarkı yazmaya başlamadık. Buna başlamaktan da korkuyoruz, çünkü eğer başlarsak sonuçta elimizde çok kişisel şeyler olacak. Gerçekten çok kişisel ve çocukça şeyler çıkar. Bana göre eğer oturup geniş anlamda etrafta gördüklerini yansıtabileceğin şeyler üretmek istiyorsan, turne vs. zamanı içinde bulunduğun o yapay sabun köpüğünün içinden kendini çıkarman gerekir. Biz de yoldayken pek fazla şey yazmamaya çalışıyoruz, çünkü saçmalıktan başka hiçbir şeyi yansıtmayacak, gerçekten…

Birkaç hafta önceki bir röportajda, Nicky Amerikan seyircisinin MSP’yi olduğunuz gibi görmelerini umduğunu söyledi. Amerikan seyircisinin görmesini umduğunuz şey nedir?

James – Nick’in temelde anlatmaya çalıştığı şey, İngiltere ve Avrupa’da, bizimle beraber her yere gelen, bizden ayrılmayan bir yükümüz var. İşte şu Richey olayı… bu bizim geçmişimizin bir parçası, ama geçmişimizin gurur duyduğumuz bir parçası. Ama bunun yakın geçmişimizmiş gibi algılanması – duygusal anlamda kesinlikle kabul edilemez birşey – bizi tüketiyor. Dünyanın hiç olmazsa bir yerinde bundan kendimizi sıyırmış olmak çok iyi olurdu. Zaten her zaman etrafında olan geçmişinin senle yüzleşmemesini görmek güzel, çünkü bu, içinden nasıl kurtulacağını, ondan nasıl bir anlam çıkartacağını bilmediğin birşey. Nicky’nin demek istediği, ortada üç birey olarak görünmek daha olumlu, insanların hakkında hiçbir şey bilmedikleri birşeyin anısının gölgesinde kalmak değil.

Sence başarınızın sırrı kendinizi bu şekilde ortaya koymak mı?

James – İngiltere’de bu oluşmaya başlıyor, kesinlikle… Buradaysa, senin o küçük azınlık olarak tanımladığın…

Ama hepsinin geçmişle ilgili bilgileri var.

James – (Gülüyor) Kesinlikle. Zaten bize görünenler ve seslerini duyuranlar geçmişi bilen insanlar. Yine de bu durumun içinde sayılırız.

Her biriniz bireysel olarak insanların sizi Manic Street Preachers olarak gördükleri kimlikten nasıl ayrılıyorsunuz?

James – Basında son 10 yıldır yer alıyoruz, sanırım bir şekilde karikatürleşmiş bulunuyoruz. Hep dürüst olmuşuzdur, neredeyse biz neysek o şekilde yansıtılmıştır medyada. Ama yine de gerçekle kağıt üzerindeki halimizi ayırmak çok kolaydır.

Belirgin bir şekilde ortada dönen bir sürü saçmalık var; ama genelde herkes Sean’ın terapi müptelası bir yalnız olduğunu, Nick’in ev kuşu olduğunu, evli olmaktan çok memnun olduğunu, çok sağlıklı bir ev hayatının olduğunu, benim de viski düşkünü, klişe bir şarkıcı olduğumu bilir. Sanırım herkes basın yoluyla kişiliklerimizin temel unsurlarını öğrenmiş bulunuyor, çünkü çok uzun süredir ortalıktayız.

Yeni çıkacak olan single’ınız ‘Masses Against The Classes’dan bahseder misin? Yeni albümünüzde görülecek değişiklikleri yansıtıyor mu?

James – Hayır, dürüst olmak gerekirse, referans almak için çok ilgisiz bir şarkı. Herhangi bir albümümüzde olabilecek bir şarkı değil çünkü. Clash’i bilirsin, favori grubumuz, İngiltere’de albümlerine koymadıkları bir yığın single çıkartmışlardır, White Man In Hammersmith Palais, Complete Control ve Clash City Rockers gibi. Bazen kendinden sonra gelen şarkıları etkilemeyecek, herhangi bir albümün tanıtımını yapmayan işlerle uğraşmak eğlenceli olur. Bunu hayranların için yapmazsın, kendin için yaparsın ve bundan keyif alırsın. Bu biraz çizgi dışı bir şarkı, gelecekte yapacaklarımızı yansıtmayan birşey.

Yeni albümle tipik Manics hayranı profilinin değiştiğini gördünüz mü?

James – Kişi olarak değil de, kitle olarak bir değişim var. Artık Avrupa’da bizi izlemeye gelen bir sürü insan var. Bazı şarkı sözleri hakkında muğlak fikirleri var, A Design For Life gibi bir şarkı onlara hitap edebiliyor, şarkının ne hakkında olduğunu biliyorlar, If You Tolerate This için de geçerli.

Ama geri planda kalmış eski işlerimiz…herhalde onları es geçeceklerdir. Bizi canlı izlemeye gelmek, bir bira içip sosisli sandviç yemek ve açıkça ifade edemedikleri fikirleri biraz daha fiziksel olarak dışavurabilmek istiyorlar. Buna katılıyorum, kendimi fiziksel olarak ifade etmek düşüncelerimi konuşarak ifade etmekten daha kolay. Son zamanlarda bu tür bir izleyici kitlesine sahibiz. İnsanlar ilgisiz bir izleyicimiz olduğunu söylüyor, ama bu o kadar basit değil.

Kesinlikle, çünkü müziğiniz ve şarkı sözleriniz stereotip bir izleyici kitlesine hitap etmiyor. Limp Bizkit ya da Kid Rock değilsiniz.

James – Evet, bu çok farklı, onların yaptıkları spor-rock, ya da spor-metal. (Gülüyor) Bizim konserlerimize tipik tanımının daha dışındaki insanlar geliyor, Nicky’i sahnede makyajlı haliyle kıyafet giyerken izliyorlar. Ama bununla ilgili bir sorunları olduğunu sanmıyorum. Yine de izleyicinin içinde küçük bir azınlık var ki bunlar şarkılardaki her bir kelimenin anlamını irdeleyen, kendimizi ve fikirlerimizi nasıl ifade ettiğimizi sorgulayan insanlar.

İlk zamanlarınızda kendinize örnek aldığınız bir başarı modeli var mıydı? Sonradan onu yakaladığınızı düşündünüz mü?

James – Örnek aldığımız grup Clash olmuştur. Ondan önce Sex Pistols’tı, ama sonradan onların yakınına bile yaklaşamayacağımızı anladık. Greil Marcus (tarih içindeki punk hareketinin anlatıldığı Lipstick Traces – A Secret History Of The 20th Century kitabının yazarı) onları bir fenomen olarak nitelendirmişti, ve gerçekten de öyleydiler. Onlardan sonra örnek aldıklarımız ise Clash’tir.

İngiltere’de sanırım bunu başardık, biraz gururla da söylüyorum, Britanya’da geldikleri noktaları yakaladık. Ama Clash’i Clash yapan şey, uluslararası politikayı benimseyerek onu genele taşıyabilme yetenekleriydi. Şarkılarında söylediklerini gittikleri yerlere göre uyarlayabiliyorlardı. Bunu yapabilen belki bir tek Public Enemy olmuştur, başka bir grup olduğunu sanmıyorum.

Uluslararası boyutta yapabildiklerine yaklaşmak çok zor. Sanırım kendi ülkemizde bunu başardık. Ama uluslararası boyutta Clash, dil engelini aşıp diğer ülkelerle de bağ kurabilen Public Enemy dışında rakipsiz. Bu büyük bir başarı.

Tiyatro için müzik yaptığını biliyorum. (Nicky Wire’ın kardeşi, Patrick Jones, ‘Unprotected Sex’ isimli oyunu için James’in müziklerini kullandı) Film müzikleri yapmayı hiç düşündün mü?

James – Evet. Grup içinde olmak fikrinin dışında pek fazla şey düşünmüyorum, gruptaki tek amacım bir-numara single yapmak, bir-numara albüm yapmak ve bunu hep tekrarlamak. (Gülüşmeler) Ama bir de aklımda hep Oscar’a aday gösterilmiş bir film müziği hazırlamak olmuştur. Kazanmak değil ama, sadece aday gösterilmek. (Gülüşmeler)

Müzik yazmak konusunda etkilendiğin isimler kimler? Grup için müzik yaptığın zaman etkilendiklerinden farklı kişiler mi?

James – Erken dönemlerde, tuhaf da olsa, Stewart Copeland vardı. Rumblefish için yaptığı soundtrack albümü olağanüstüydü. Bir de herkesin sevdiği Ennio Morricone var. Ama sadece bu ikisi. Eğer Morricone veya Rumblefish soundtrack gibi işler yapabileceksem bununla çok mutlu olurdum.

Dinleyici kitlenizdeki insanları ve söylediklerinizden nasıl etkilendiklerini düşünüyor musun?

James – Evet, düşünüyorum. Performansının en öndekiler için büyük bir anlam taşıdığını görürsün. Sahnedeki performansımız, o anki ruh halimize göre, en öndekilerin, özellikle de bir sürü kızın kafalarını bulandırabiliyor. Bu yüzden kimi zaman şarkıları daha yumuşak çalmamız gerekebilir. Arkadakiler ise… onlar hakkında pek endişelenmeye gerek yok. Ama en öndekiler, ortada fiziksel bir bağ var, insanların gözlerinde bunu okuyabilirsin ve bunun sorumluluğu seni endişelendirir. The Holy Bible’dan şarkılar çalarken, mesela Yes ve Faster, bu şarkıların içinde kimi zaman söylerken o kadar da vurgulamasaydım diye düşündüğüm satırlar var.

Bir de A Design For Life gibi bir şarkı var, “We don’t talk about love, we only want to get drunk.” diye sözleri var. Arka sıralarda hoplayan, zıplayan insanları gördükçe “Herhalde bunu içmekle ilgili bir şarkı sanıyorlar.” diye düşünüyorsun.

Eğer yarın uyandığında Manic Street Preachers dünyanın en büyük grubu olsa ne düşünürdün?

James – Oldukça iyi hissederdim, Amerika’da pek fazla albüm satışımız yok, herhalde bunun yanlış olduğunu düşünürdüm. Ama burada da albüm satsak bununla mutlu olurdum.

Sanırım biz çok gerçekçiyiz, eğer Amerika gibi en büyük bir ülkede albümlerimiz satılmıyorken en iyi olarak tanımlanacaksak bunun içinde bir yanlışlık olduğunu bilirdik.

O zaman Amerika hala aşılması gereken en büyük engel gibi duruyor.

James – Sadece böyle bir soru sorduğunda. Bu kendimizi odakladığımız bir şey değil, çünkü bu tür bir şeye konsantre olursan bu seni yok eder, çünkü ona odaklanırsın ve onun için şarkılar yazmaya başlarsın.

Siz bunu yapmıyorsunuz zaten.

James – Kesinlikle. Geçmişte bir sürü grup bu yüzden yok olmuştur. Bu kadar çok grubun yok olmasının ardındaki sebep de bu cazibesinin bir sürü müzisyeni tuzağa düşürmesidir herhalde.

Beraber çalışmayı düşündüğünüz ya da şimdi istediğiniz müzisyen ya da grup var mı?

James – Başladığımız yıllarda, Public Enemy zirvedeyken onlarla beraber çalmak en büyük hayalimizdi, çünkü birkaç yeniyetme Galli gencin New Jersey’li baba müzisyenlerle beraber çalması çok tuhaf olurdu. (Gülüyor) Ama ondan sonra bu tür bir şeyi pek düşünmedik. Sanırım Nick, Courtney Love’ın bir şarkıda vokal yapmasını çok istiyor.

Ya sen ne düşünüyorsun?

James – Bence de iyi olur, sesini beğenirim. Ama kayıt ederlerken yanlarında olur muyum bilemiyorum. Nick onun sesinin şarkılarımızdan birinde olmasını çok istiyor. Gerçi bizim varlığımızdan haberdar mıdır onu da bilemiyorum…

Ama Glastonbury’de beraber çıktınız.

James – Evet ama farklı bir atmosferde uçuyor. Onunla Avustralya’da Big Day Out’ta beraberdik. Onu sahnesinde izlemek için uzun bir yol yürümek gerekiyordu, sahnede izlerken de gerçekten havalandığını hissediyordun. Oldukça etkileyiciydi.

Evet, hatun papa gibi resmen.

James – (Gülüyor) Evet, hatta daha bile iyi!

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home