Pazar, Mart 19, 2006

Bloc Party


“Oasis gibi gruplara tepki olarak kurulduk biz”

Kele Okereke, Gordon Moakes, Russel Lissack ve Matt Tong için geçtiğimiz sene halkla ilişkiler açısından dur durak bilmeden geçti. NME ve The Fader’ın kapak sayfalarından Liam Gallagher’ın çamurdan hit listesine, grup elemanları bitmek tükenmek bilmeyen basın, hayran ilgisi ve Gang Of Four kıyaslamalarıyla haşır neşir oldu.

İlk başladığınızda ortak bir müzik zevkiniz var mıydı?

Matt Tong – Sadece gitar müziği. Gruba katıldığımda yeni takılmaya başlamışlardı, ama Kele’yi bir yıldır tanıyordum.
Kele Okereke – Evet. Ortak arkadaşlarımız vardı. Hepimiz britpop çağında büyüdük.
Matt Tong – Ama sanırım bir yönüyle bundan sıyrılmak istiyorduk.
Kele Okereke – Bizim britpop çalmamız ile ilgili değildi ama. Genç ve kolay etkilenebiliyorken ortalıktaki popüler şeyleri duymazlıktan gelemezsin.

Bir grup olarak nasıl oluştunuz? Müzik dinlemek şimdilerde daha mı zor?

Matt Tong – Ben daha sabırlı olmayı öğrendim.
Kele Okereke – Diğer rock gruplarını dinlemek bana zor geliyor. Uzun süredir de böyleydi, şimdilerde yeni çıkanların hemen hiç birini dinlemiyorum.

Bunun için geçmiştekilere mi bakıyorsunuz?

Kele Okereke – Hayır. Bence şu anda da iyi müzikler bulmak mümkün.

Peter Hook ile yaptığınız röportajı okudum. Grup dinamiklerine değinmiş. New Order da birbirine o kadar yakındı ki en sonunda birbirlerinden nefret etmeye başlamışlardı.

Kele Okereke – Peter iyi bir noktaya değindi. Bu adamlar eninde sonunda birbirlerine rahatsızlık vereceklerinin farkındalardı ama bunun müziklerinin önüne geçmesine engel oldular. Bizimkilerle bazen iyi geçinirim, bazen de onlardan nefret ederim. Yakınlık buna yol açıyor. Kimse arkadaş olmak için grup kurmaz ki, sadece müzik için yaparlar. Biz de gruba bu yönüyle baktıkça sorun yaşamayacağız. Zaten bu grubun ömrü de birkaç yıl.

Bütün bu stres sizce neden kaynaklanıyor?

Kele Okereke – Bir süre sonra kendi fikirlerinizin diğerlerininkine göre daha geçerli olduğunu düşünmeye başlıyorsun. İyi müzik yapmak ile ilgili alçakgönüllülük göstermek zordur, müziğin bir kurtarıcısı olduğunu zannetmeye başlarsın. Gruplar bu yüzden birbirlerini çekemez. Diğer insanlarla karşılaşmazsın. Müzik kişisel olmaya başlar. Grupta aynı fikirleri paylaşmıyoruz, ama bana güveniyorlar.

Nasıl mütevazı kalabiliyorsunuz?

Kele Okereke – Ben bunu pek ciddiye almıyorum. İlk albümümüz beş para da etmese ben bunun yanında olurum. Bizim sanatı tekrar tanımlamamız lazım. Dergilerde bahsedilen moda şeylere dayanan bir şey değil bu. İnsanlara gerçek bir düzeyde ulaşmak istersin ve seni anlayan bir hayran kitlesinin oluşmasını beklersin. Ama insanların bizden neler aldığını asla bilemeyeceğim.

Bir ara Liam Gallagher ile takıştınız. NME’de arkanızdan atıp tutmuştu ama şimdi işbirliği çağrısı yapıyor. İlgileniyor musunuz?

Kele Okereke – Hayır. En son çalışacağımız adamlardan birisi. Oasis gibi gruplara tepki olarak kurulduk biz. Yapmak istediklerimden ne kadar farklı olduklarını düşündüğümü hatırlıyorum. Oasis bize neyi yapmak istemediğimizi göstermesi açısından iyi bir örnek olmuştur. Oasis doğru cevabı bulduğunu sanıp makbul albümler yapıyor. Ama bu sadece Beatles ya da Sex Pistols’ta olan bir şey değil. İlginç müzikler yapan daha bir sürü grup var.

Eleştirmenlerin ve hayranların Silent Alarm’la ilgili ortak hataları neler?

Matt Tong – Konuştuğum birçok insan konuyu şu Gang Of Four meselesine getirdi. Sanırım bunu yaptığımız işlerden çıkarmışlar.
Kele Okereke – İnsanların yazdıklarının çoğu yanlış, şarkı sözlerimiz gibi.

Ama web sitenizde var.

Kele Okereke – Evet, ama yine de yanlışlar. Sanırım Gordon şarkıları dinledi ve bana ne olduklarını sormadı. Sözlerin müzik ile beraber okunmasını istiyorum. İnsanların bazı şarkılara onlarla hiç alakası olmayan anlamları yüklemesi çok yanlış. Helicopter’in Başkan Bush ile ilgili olması çok yaygın bir yanlış anlama. Hor görmek gibi. İlk farkettiğim batılı gençlik bencilliği oldu. Batıda kendini evrenin merkezindeymişsin gibi inanman konusunda devamlı yönlendiriliyorsun. Sanki gençken inanacak hiçbir şey yokmuş gibi. Albümün bütün teması gençlerle ilgilenmek üzerine. Gençlik her zaman aymazdır. Gençken inanacak bir şeyin yoktur. Dini kabul edemeyiz, din daha çok insanları kısıtlamak ve zenginliklerle ilgili bir şey. Vatanseverlik ise Britanya’da bir şaka gibi.

Belli ki daha belirgin farkları olan bir şey yapmaya çalışıyorsunuz, ama Bloc Party isminden pişman mısınız?

Kele Okereke – Evet. Keşke o ismi koymasaydık. Tamamen muğlak bir şeydi.
Matt Tong – Bu sadece bir grup ismi. Tek anlamı o.

İnsanlar size kafalarında belirli bir politik çizgi ile yaklaşıyorlar, ama bu sizin yapmaya çalıştığınız bir şey değil.

Kele Okereke – Haklısın. Her tartışma ortamında bununla ilgili bir bağlantı kurmaya kalkarsan da bu çok yorucu oluyor.

Çıkışınız ile ilgili zamanlamanın yanlış olduğunu düşünüyor musunuz? Irak’taki savaş ve Bush ile Blair’in seçimleri. Eğer albümünüz beş yıl önce çıksaydı, insanlar yine sizi politik olarak görmezler miydi?

Kele Okereke – Pek değil.

ABD yanlıları politika yapmakla suçlandılar.

Kele Okereke – Evet bu hiç samimi değil, değil mi?

Şarkı sözleriniz inandıklarınızla bağlantılı mı?


Kele Okereke – Her bir şarkı bir inanç ya da dışavurumla ilgili. Albümdeki birçok şarkı yaşadıklarım ile ilgili. Bu yönüyle yazdığım birçok şarkı otobiyografik oluyor.

Dinleyicilerin şarkılarından seni ne kadar tanıyabilir? Hissettiklerini anlamanın en iyi yolu bu mu?

Kele Okereke – Sanırım. Sözlere döktüğün zaman benim için birçok anlam taşıyor. Bence hakkımda bilinmeye değer herşey o sözlerin içinde. Herkes geçmişini araştırmaya bayılır. Ünlü olmaktan ve hakkımdaki herşeyin açığa çıkmasından korkuyorum. Çıkacağım yerin bir dergi kapağı olmadığını bilmem önemli. Sadece müzik yapmak için buradayım. Hepsi bu.

Usher’ın büyük bir hayranıymışsın.

Kele Okereke – Sadece turnedeyken dinlediğimiz bir şarkısı.

Hangisi?

Kele Okereke – “Caught Up”. İçindeki boşluklar ve vokal riffleri harika.

Şimdilerde indie-rock ile eski hip-hop arasında sıkça ortak çalışmalar yapılıyor. Jack White Missy ile çalışmıştı, şimdi de Kanye ile Franz Ferdinand. Bana daha önce hip-hop’un müzikal olarak eğlenceli olduğunu ama indie-rock’ın olmadığını söylemiştin.

Kele Okereke – Yani prodüksiyon ve kaynak anlamında. Yoksa şarkı sözleri olarak kastetmedim.
Matt Tong – Bir bakıma bazı işler zamanın ötesindedir. Ama 15 sene kadar geridekiler değil, onlar yine kulağa eski geliyor.
Kele Okereke – Ta 15 yaşımdan beri şu R&B müziklerini download eder dururum ve çok da keyif alırım. Ama “zamanın ötesinde” fikrinin geçerli olduğunu sanmıyorum.

Peki, demiştin ki Bloc Party’nin müzikte kopya işine karşı duruyordu. Ama hip-hop’ta komple sample’lar alınıp kullanılır.

Kele Okereke – Kesinlikle, bütün sample’lar, bütün şarkılar. Bu post-modern anlayış bence çok heyecan verici. Kesinlikle bu ana ait. Rock müzikle ilgili sorunum ise bu müzikte nesil kavramının olmaması. Büyüme çağındayken sana kendini en samimi şekilde ifade etme yolun olarak rock müzik gösterilir. Canlı kayıtlar, vokal, canlı davullar falan işte. En iyi iletişim yolunun bu olduğuna inandırırlar. Modern rock’ın çoğu 20 yıl önceki müziğe bağlı.

Çocuklar oyun oynayacakları yerde müzik yapmak isterler ve bir “rock grubu” kurarlar. İlgilerini bir imge ya da müzikal bir kaynağa yönlendirirler.

Kele Okereke – Bloc Party olarak şu anda etrafta bir sürü heyecan verici şeylerin yapıldığını serbestçe kaul edebiliyoruz. Bana çok şeyi ifade eden bir yığın müzik var, ve bence bunun yaptıklarmız içinde bir şekilde katkısı da var. Bir blues albümünü ‘işte böyle yapılır’ diye düşünerek dinlemek değil bu. Gruplar işin iyice detayına indiğinde bu hoşuma gitmiyor. White Stripes’ı pek beğenmem. Jack White bence çok iyi bir müzisyen, ama bir rock makinesi gibi bir sounda bağlı kalmaya çalışıyorlar. Söylemek istediğim şu, Bloc Party bir post-modern grup. Etrafta eski klasik rock’a bağlı yoğun bir nostalji ya da fetişist bir hava var. Bu müziğin en büyük düşmanı bana göre. Devamlı olarak ileriye dönük olmalı.

Bu yüzden mi diğer gruplara şarkılarınızı remixletiyorsunuz?

Kele Okereke – Bize göre diğer gruplarla beraber çalışıp remixleri çıkarınca bizim dans müziğini de önemsediğimizi ve bu insanların bizim müziklerimizden de bir şeyler alabileceğini gösterebiliyoruz. Nasıl tüketileceğimiz konusunda itinalı davranmıyoruz. Remixler bana oldukça eğlenceli geliyor. Elektronik müziğin hep hayranı olmuşumdur, hatta yeni albüm için de bir şeyler düşünüyorum.

O zaman “Like Eating Stuff”taki gibi klavyeleri daha çok göreceğiz?

Kele Okereke – Evet, bazı şarkılarımız. Nasıl kaydedeceğimizi ve sunacağımızı düşünüyorum. Elektronik davulları, synthesizer’ları dinliyorum. Yeni işlerin biraz da bunları yansıtmasını istiyorum. Bazı şarkılar hafif ama bazıları da çok sert. Şimdilik elimizde 20 şarkı var.

Stüdyodaki elektronik enstrümanları sahneye taşımayı düşünüyor musunuz?

Kele Okereke – Hayır canlı olarak drum machine kullanma taraftarı değilim.
Matt Tong – Neden kanka?
Kele Okereke – Automato’yu izlemeye benziyor çünkü. Tarzını bir drum machine’e kopyalatırsan yapabileklerinin sınırı genişler, bu da bir bakıma çok heyecan verici bence.
Matt Tong – O zaman albümlerde neden farklı?
Kele Okereke – Çünkü kayıt deneyimi ile canlı deneyim birbirinden tamamen farklıdır. Bir albüm yaparken insanları sesin içinde boğamazsın. Ama sahnedeyken insanları ta içlerinden kavramak istersin. Tamamen farklı şeyler.
Matt Tong – Basement Jaxx’i canlı izledin mi? Canlı davulcuları var mı?
Kele Okereke – Hayır…
Matt Tong – Buna ne dersin peki?
Kele Okereke – Bence canlı olarak da çok iyiler çünkü kendimi harika hissettim. Benim için bir dönüm noktası oldu çünkü bu gittiğim ilk dans konseriydi. Dört yıl önce kız kardeşimle izlemiştim, seyirci çılgın gibiydi. Herkes dans ediyordu, harika bir atmosferdi.
Matt Tong – Sence bir rave ile canlı konser arasındaki çizgi tam olarak nerede?
Kele Okereke – Bilmiyorum, ama gördüm!! Londra’da daha yeni izledim. Gerçek dans müziği yapıyorlar. Gerçek house albümleri yapıyorlar. Yani sadece dans edeceğin single’lar değil. Kesinlikle farklı bir enerji. Gerçekten bilemiyorum. Gitarının soundunu bir synthesizer gibi ya da davulunun soundunu bir drum machine gibi kullanmak üzerine söyleyecek çok şey var. Daha da yapacak çok şey var. Eğer müziğimize yeni bir enstrüman katacaksak bu klavye olmayacak, keman ya da ona benzer bir şey olabilir. İkinci albümümüzden sonra yeni enstrümanlar çalmayı öğreneceğim. Biraz bu ortamdan uzaklaşıp müziğe farklı bir açıdan yaklaşmak…

Mesela biraz pop müzik yapmak gibi mi?

Kele Okereke – Pop kelimesi bile pop ile neyi kastettiğine göre değişiyor. Bana göre pop müzikte bir akım var. Bu hani sana aşık olan hatun ile de ilgili olabilir. Ama bu bile modern ilişkileri yansıtır. Kesinlikle bağlantısız değil. Ben şu alçak sanat / yüksek sanat ayrımını hiç anlayamadım. Pop kültüründe kesin bir akım var bana göre. Herkes gibi biz de şu boktan dergileri okuyoruz. Hep sadece en iyi olan bir tane şeyi dinlemeyi hiç doğru bulmam. Bu sanat ayrımı bana nasıl düşünmem gerektiğini söyleyen bu yapılaşmadan çıkıyor. Mesela bana göre Paris Hilton bizim jenerasyonun Marilyn Monroe’su. Bugünün gençliğinin imgesi. Paris’in insanlara göre değişen bir gerçek cazibesi var. Bana göre iğrenç hatunun teki, ama şöhreti sayesinde insanlara kolayca ulaşabiliyor.

Albümünüz politik bir albüm, kültürel politikanın düzeyinde geziniyor. İnsanlara kime oy vereceklerini söylemiyorsunuz, ama size göre nasıl yaşamaları gerektiğini anlatıyorsunuz.

Kele Okereke – Bence haklısın. Mesela “Price Of Gas”. İnsanların hayatlarına bir bakış atıyorum. Bana göre insanlara “Bush’a oy vermeyin” demekten öte bir şey olmalı. İnsanlara kendi sonuçlarına ulaşabilecekleri bir alan yaratmak.

Cumartesi, Mart 18, 2006

Oasis


Oasis – Don’t Believe The Truth

Donuk, sessiz ve naif insanlar olarak İngilizler kendi gruplarının ne kadar da üstüne düşüyorlar, değil mi? Beatles dünyayı fethettikten sonra, artık ne zaman nispeten iyi bir İngiliz grup piyasada belirecek olsa, o eski günleri yakalama umudu içerisinde bir havaya giriyorlar. Haftalık müzik dergilerinin manşetleri New York Post’un güncel haber manşetleriyle yarışıyor neredeyse. “Suyun ve tanrının keşfedilmiş olduğu hiçbir gezegende Kaiser Chiefs’ten daha önemli bir şey olamaz.” türünden bir başlık buna örnek. Ufacık adaları yine dünyanın hayranlık merkezi olmaya aday…

Ben Amerikalıyım. Oasis’i gerçekten beğeniyorum. Ama belli bir dönem – açıkça belirtmek gerekirse Be Here Now ile Heathen Chemistry arası – benim gibi bir insan McCarthyizm’i çağrıştıran birşeylerden duyduğu korkuyu gizlemek zorundaydı. Amerika’da Oasis’i sevmeye izin yoktu ve bu çok ciddiye alınan bir konuydu. Ben de her yetişkin gibi onları sevmiyor gibi göründüm. “Yasak zevkler” kategorisine konulmuşlardı. Oasis dinlerken kulaklık takıyordum, tanıdıklara yakalanmamak için yeni bir Oasis albümünü almaya üç semt ötedeki alışveriş merkezine gidiyordum. Bundan utanç duyuyorum.

Heathen Chemistry’nin üzerinden belli bir zaman geçti, ve artık Don’t Believe The Truth piyasada. What’s The Story’nin bütün ihtişamını yansıtmasa da bu yılın en beğenilen rock albümlerinden birisi olmaya aday. Artık kemikleşmiş kadrosuyla gitarda Gem Archer, basta Andy Bell ve davulda grubun gayrıresmi beşinci üyesi Zak Starkey’le (sürpriz bir şekilde Zak, Ringo Starr’ın oğlu) Madison Square Garden’de verdikleri konserin tüm biletleri tükendi. Ve ardından da Holywood Bowl. Artık kara liste tarihe karışmış durumda. McCarthy de hapsi boyladı, artık biz de kulaklıklarımızı çıkartıp gün ışığına çıkabiliriz, komşularımız da bizi yüksek sesle Mucky Fingers, ya da Lyla, ya da Let There Be Love söylerken duyabilirler. Eğer biri çıkar da The Importance Of Being Idle gibi bir şarkıdan etkilenmediğini söylerse onunla görülecek bir işim var!

Bütün bu gelişmelerin coşkusu içinde, Gallagher kardeşleri karşıma aldım ve farklı iki röportajda onlara aynı soruları sordum. Cevaplarında yerine gelen güvenlerinin müziklerini nasıl süslediğini göreceksiniz. İki kardeşin, aile işleri ne olursa olsun, birbirini sevmekten ne kadar nefret ettiklerini okuyacaksınız. Liam ve Noel Definitely Maybe’den beri çok yol katettiler. Wembley’de headliner olmaktan Black Crowes’un alt grubu olmaya ve tekrar Madison Square Garden’de ana grup olup kendi alt gruplarını seçmeye kadar… Bütün bunların içinde tarihin hep önümüze koyduğu hiç değişmeyen hikayeye tanık oluyorsunuz, küçük olanın hiçbir zaman aradaki yaş farkını kapatamaması ve ne kadar hızlı yaşarsa yaşasın büyük abisinden daha bilge olamaması. Aynı hikaye bu iki kardeş için de geçerli, nedeni de gerçeğe tekrar inanmaya başlamış olmaları.

Yeni albüm ve turne Oasis için bir geri dönüş olarak nitelendirildi. Bunun anlamıysa geri dönmüş olduğunuz bir yerlerin varlığı. Buna tepkiniz ne oldu?

Liam – Biz hiç kaybolmadık ki. Ayağımızı gazdan hiç çekmedik, bildiğim kadarıyla. Biz ortaya bir takım şeyler koyduk ama insanlar bunu anlamamış olabilir. Hayat bu. Hapse falan girmedik ya. Çıkardığımız her albümümüzün ardındayızdır.

NoelMorning Glory’den beri en aklıbaşında, en iyi albüm olduğunu kabul ediyorum. Ama biz herhangi bir yerde değildik, o yüzden nereden geldiğimizi anlamıyorum. Ama tekrar bir araya gelmek anlamında kabul edebilirim. Aramızdaki ruhu tekrar yakaladık.

Peki Madison Square Garden’daki kapalı gişe konsere ne diyeceksiniz?

Liam – Bunu açıklayamam. İşte herşey ortada. Çok mutluyum ve bunu gerçekleştirmiş olmaktan da gurur duyuyorum. Oradaki insanlar bize az da olsa inanıyorlar. Tekrar Amerika’ya gitmek için can atıyorum.

Noel – Oraya gidip de seyircinin yaşını görmeden birşey diyemem. Eğer hepsi küçük çocuklarsa, küçük kardeşlerine Definitely Maybe’yi vermiş abilerinden oluşan bir jenerasyon olmalı derim.

30’lu yaşlarınızda yaptığınız ilk Oasis albümü bu…

Liam – Evet, kesinlikle.

İlk albümden beri kendinizde gördüğünüz en belirgin değişiklik ne?

Liam – Dürüst olmak gerekirse, kendimle daha çok mutluyum. Çocuklarım oldu. Kendimi daha çok müziğe verdim, artık işlerin nasıl yürüdüğü hakkında daha fazla bilgi sahibiyim. Konser geceleri sabah dokuzlara kadar dışarılarda takılıp insanlarla saçma sapan şeyler hakkında konuşup uyuşturucu takılamazsın artık. Benim hızımı kesen sorumluluklarım var, ama tam olarak da bir ota dönüşmüş değilim. Her gün gitar çalıyorum. Saatlerin hesabını yapıyorum. Oysa 20’li yaşlarımdayken, şu rock yıldızı havasının daha çok içindeydim, kızların peşinden koşup serserilik yapıyordum.

Basın size karşı adil mi değil mi?

Liam – Adil olsunlar veya olmasınlar hiç sikimde değil. Hoşuma da gidiyor! Her sabah yataktan kalktığımda onların yanıldığını ispatlamak için içimde bir istek oluyor.

Şimdiye kadarki konuşmalarında hep bir takım şeylere karşı duyduğun nefretten bahsettin, ama şarkılarında hep sevgiden ve barıştan bahsediyorsun. Bu ikisini nasıl bağdaştırıyorsun?

Liam – Ben hiçbir şeyden nefret etmem. İçim sevgi doludur. Çocuklarımı seviyorum. Hayatı seviyorum. Sabahları erken kalkmayı seviyorum. Akşamları dışarı çıkmayı seviyorum. Etrafım bir sürü güzellikle dolu. Sevmediğim tek şey diğer insanların müziği oluyor bazen. Eğer bir grup hakkındaki düşüncelerimi soracak olursan duvarın üstüne oturup da “Evet, süper herifler!” demem. Eğer beğenmiyorsam beğenmem. Aynı şekilde eğer benim grubumu beğenmeyen varsa çıkar bunu açıkça söyler. İnsanlar kendilerini rahat hissetmeli. Franz Ferdinand ile ilgili söylediklerim şakadan ibaret. Onlardan nefret etmiyorum, sadece müzikleri hoşuma gitmiyor, vokalistin sesi ise bence Right Said Fred’deki elemana benziyor. Eğer buna bu grubu aşağılamak diyeceksen defol git. Onlar hakkında gerçekten ne düşündüğümü bilmek istemezsin.

Bloc Party gibileri…

Liam – Öncelikle şunu söyleyeyim, elime bir gazete aldığımda benim hakkımda atıp tutanların bu amcıklar olduğunu gördüm! Ben onlara cevabımı vermeden tam bir hafta önce, gazeteyi açıyorum ve bunları görüyorum. Tamam, grubumu yerden yere vurursun, ama sonradan kıçının dibinde olacağımı da bil. Ama işte gittiği yere kadar. Birbirimizin müziğinden nefret ediyoruz, bu da hayatın bir parçası.

İnsanlar Bloc Party gibi gruplarla Amerika’da Brit müziğinin yeniden dirildiğini söylemeye başladılar. Sence Brit müziğin Altın Çağı en son ne zamandı? Kimileri Britpop ve 90’ları telaffuz ediyor…

Liam – 90’ların içinde olduğunu söyleyebilirim, ama bence Amerika’da çok fazla bir iş yapmadı. Ama şunu söyleyeyim, eğer bu söylediğin İngiltere için geçerliyse, 90’lar hakkında en ufak bir fikirleri yok çünkü şarkı yazmayı unutmuşlar. Şu yeni yetme gruplardan klasikleşmiş bir şarkı söylesene. Hiç yok ki. İşte ne kadar iyi görünürlerse görünsünler, vs vs vs, bu işi iyi yapan 10 iyi grup varsa, 10 tane de boktan olanı var. Hiçbirinde klasik bir şarkı yok. Bütün bunlar bir hareketten ibaret, bilirsin işte “Oh Londra’da işte bu küçük grubumuz var, aynı şekilde giyiniriz, blazer’larımız ve makyajımız var…” Bunlardan çıkmış bir tane baba şarkı? Yok. Ben kendim 90’ları tercih ediyorum.

Ama…

Liam – Üstelik hepsi de kötü giyinen amcıklar!

Peki.

Liam – İçlerinden bir tane düzgün görünümlü bir rock yıldızı göster. Yok ki! Yemin etmezler, içki de içmezler, bana sorarsan hepsi tekdüze. Bunları yapmak doğrudur demiyorum ama eğer bir rock yıldızıysan öyle olmalı, değil mi?

Ama George Harrison bir seferinde sizi kimsenin Beatles’ı hatırladığı gibi hatırlamayacağını söylememiş miydi? Böylece bir şekilde yeni yetme grupların değerli olup olmadığını anlayamama görevini üstlenmiş oluyorsunuz.

Liam – Hmm, evet, belki. Bilemiyorum. Ama ben ayaklarımın üstünde duruyorum. Boşver gitsin.

Geçmişteki gruplarla kıyaslanmaktan bıktınız mı?

Liam – Hayır, zaten benimle tamamen ilgili birşey bu. Yeni gruplarla aramdaki sorun da bu, Coldplay gibileri mesela. U2 gibi halen hayatta olan bir gruptan etkileniyorlar. Ne demek bu şimdi? Ben bir zamanların devlerinden etkilendim. Beatles, Stones, Neil Young, Sex Pistols gibileri, bunda yanlış olan birşey yok.

British Rock Stone Roses ile dünyaya hakim olmak üzereydi, ama Nirvana çıktı ve bütün herşeyi altüst etti. Sonra Oasis doğdu ve bir şekilde dengeyi tekrar sağladı. Bugünlerde İngiliz ve Amerikan rock’ı arasında bir bağlantı görebiliyor musun?

Liam - Ben bilemiyorum, çünkü bu yeni akımın içinde değilim. Hiçbir ilgim yok. Biz bir Britpop grubu değiliz, biz Oasis’iz. Destek olmam gereken grupları beğenmiyorken İngiltere’yi nasıl destekleyebilirim? “Ah, Bloc Party, sıkı herifler!” demem, çünkü bir boka benzemiyorlar. Beğendiğim tek grup Kasabian. Bir de Kings Of Leon var, The Strokes var. Siktiriboktan Bloc Party veya Kaiser Chiefs dinleyeceğime bunları tercih ederim. Hiç olmazsa onlar daha iyi görünüyorlar.

Noel – The Strokes, The Killers ve Kings Of Leon’la tanıştım, bana yabancı tipler değiller. Hepimiz aynı topraklarda büyüdük, hatta Kings Of Leon bizden kültürel olarak daha uzak olamazdı, ama yine de çıkış noktalarımız ortak. The Strokes İsviçre’de ya da her neredeyse güzel okullarda okumuşlar. Bizler işçi sınıfıyız, yine de onlarla bağımız olduğunu hissediyorum. Amerikan müziği İngiliz müziğini yansıtıyor mu bilemiyorum, ya da tam tersi, ama bu müziği yapan insanlar birbirlerine benzeyen insanlar. Bence bu iyi bir şey.

Amerika ilk iki albümünüzü yalayıp yutmuşken son birkaç albümde bu azalmış göründü. Bu şaşırtıcı mı yoksa hayal kırıklığı mı oldu sizin için?

Liam – Ne zaman orada olsam hayranlardan sevgi ve ilgi görmüşümdür. Eğer insanlar bunu anlamıyorlarsa anlamıyorlardır. Bunu insanların boğazına zorla tıkacak değilim ya. İki ay boyunca albüm çalışmaları için orada bulundum ve çok büyük keyif aldım. Albümlerimizi sevmeyenler gitsinler kendilerini becersinler…

Söylediğin sözlerin gelip seni tekrar bulacağını düşünüyor musun? Karma’ya inanır mısın?

Liam – Nasıl gelecek de beni bulacak? Ne yani, bir Bloc Party konserine elimde bilet olmadan girmeye çalışıp kapıda mı kalacağım? Ama karma’ya inanırım yine de.

Senin hakkında bilinenlerin dışında bilmediğimiz sürpriz bir yönün var mı?

Liam – Ben oldukça entelektüel lanet olası bir uzaylıyım.

Bugünün Liam Gallagher’ı 10 yıl öncesinin Liam Gallagher’ı ile geçinebilir miydi?

Liam – Kesinlikle, hiç şüphesiz. Üstelik ona saygı da duyardı. 10 sene önce önemli biriydim, şimdi de öyleyim.

Müziğin İngiltere’den Amerika’ya doğru yeniden dirilişi hakkında duydukların seni memnun ediyor mu? Kardeşinin bu konuda söyleyecekleri oldu…

Noel – Liam Oasis ve Beatles’takilerin haricindeki insanlara merhametli yaklaşmaz. Ortalıkta bir sürü iyi grup var, ama hiçbiri henüz iyi birer albüm yapmış değiller. Sanırım iyi bir albüm yolda, ama kimden olduğunu söylemeyeceğim. Gördüklerimden beğendiklerim Razorlight, The Libertines, Babyshambles, Kasabian, Coral ve Zutons. Hoşuma giden şey de kimsenin şu an ortada olan şeye boktan bir isim yakıştırmamış olması, Britpop gibi. Kendi kendine gelişmesine olanak tanınıyor.

Şimdilerde Oasis’te olmak nasıl bir duygu? Bir noktada mutlaka çılgınlık olmalı, ya şimdi? Daha rahat, sakin, güvenli…

Noel – Gruptaki diğer elemanların – özellikle de Liam – şarkılara daha fazla katkıda bulunabildiğini görmek beni rahatlatıyor, çünkü benim rolümü hafifletiyor. Ben her zaman bir grubun bir parçası olmak istemişimdir, oysa ilk iki üç albüm – eh, Heathen Chemistry’e kadar her albüm – isim haricinde tamamen bir Noel Gallagher projesi gibiydi. Bundan biraz sıkılmaya başladım. Dünyayı dolaşırdık ve: “Oasis büyük bir grup değil mi?”, ben de düşünürdüm ki: “Bu ne sikim demek oluyor? Diğerlerinin buna katkısı ne?” Tüm şarkıları, tüm sözleri ben yazıyordum, prodüksiyonu ben yapıyordum, düzenlemeleri ben yapıyordum, bütün röportajları ben yapıyordum, bütün fotoğraflarda ben oluyordum ve konserlerin çoğunu ben götürüyordum. Eğer yolunda gitmeyen birşeyler olursa bunlar Noel Gallagher’ın şarkılarıydı, eğer herşey iyiyse bu Oasis’in zaferiydi. Hassiktirin ordan!

Liam’a şarkı yazma işinin nasıl gittiğini sordum. Sanırım bunu sana da sormalıyım. Sana ne kadarını sunuyor, sen ne kadarını saklıyorsun?

Noel – Bu albümde üç şarkısı var. Benim rolümün farklı olduğu yer burası, şarkıların seçimini ben yapıyorum, bu üç tanesini seçtim, çünkü en iyileri bunlardı. Buna tamamen karşı çıkıyor. Ona kalsa yazdığı sekiz şarkının tamamı albümde olmalıymış. The Meaning Of Soul’a bayıldım, keşke onu ben yazsaymışım dedim. Bundan daha fazla iltifat edemem o şarkıya. Guess God Thinks I’m Abel’i çok sevdim. Love Like A Bomb ise ne orada ne burada benim için, ama güzel şarkı yine de.

Liam grubun kurulduğu zamanlardan bahsetti. Sen yokken hiçbir şey yazamazlarmış, sen katıldığında neredeyse otomatikman kontrolü ele almışsın çünkü şarkı yazmayı bilen bir tek senmişsin.

Noel – Ben onlara katılmadan önce pek bir şeye benzemiyorlardı. Onları toparladım sayılır. Hiçbirinin şarkılara katkıda bulunmayı bırak, herhangi bir fikir üretmeye bile ilgisi yoktu. Bir köşede oturup “Neler yapacağımızı söyle akıllı adam.” derlerdi. Ben de, “Sol ve La yedili akorlarını çalacaksın, başka hiçbir şey değil.” derdim. Onlar da, “Ah, evet, tamam bilge kişi!” derdi. Sonra ben de “Hadi git bana bir kahve getir ve lanet olası çeneni kapa!” derdim.

Son birkaç albümünüz Morning Glory kadar ilgi görmedi. Tecrübelerinize dayanarak, albümler arasında belli farklar var mıydı? Daha kolay yapılanı, daha zor olanı, sizi zorlayanı…

NoelStanding On The Shoulder Of Giants en dibe vurduğumuzdu.

O albümden birçok şarkıyı şimdi daha çok seviyorum.

Noel – Orada benim en iyi şarkı sözlerimden bazıları var. Bir stüdyoda şarkı yazıyor olmamalıydım, bir plajda oturuyor falan olmalıydım. Orada gayet iyi bir iş çıkardık, ama onunla şimdiki albüm arasındaki sıçrayış zaten herşeyi açıklıyor. O albümde bu şöhret ve uyuşturucu vs şeylerin bir bilançosunu yapıp seni ne tür bir insana dönüştüreceğini gösteriyordum, hemen hemen her şarkıda. Hayatın anlamını da tek bir şarkıda ortaya dökemezsin. Bunu Chris Martin bile beceremez.

Oasis’in hayat çizgisinde nerede duruyoruz sence?

Noel – Elimizde, bence komple bir albümlük daha çok sıkı materyal var.

Hangi gruplara benziyorsunuz diye şarkılarınızı didikleyenlere ne diyeceksin?

Noel – Bence çok saçma. Şöyle diyeyim: Radiohead’in Karma Police’ini biliyor musun?

Evet.

Noel – Orada herhangi birisi “Sexy Sadie” diyor mu? Duydun mu hiç?

Hatırladığım kadarıyla hayır.

Noel – Bence değil. Ama bunu yapıyorlar değil mi? O şarkı sence de şaşırtıcı değil mi? Biz yapsak taklit olur. Mesela başka bir şey: Ben ve Liam 24 yaşlarında iki çocuk olsak, şehrin ortasında bir yerlerde yaşıyor olsak, Beatles gibi şarkılarımız olsa insanlar “Bunlar müziğin kurtarıcıları.” derlerdi. Ama şimdi, 30’lu yaşlarımızda ve başarılı olduğumuz için insanlar “Aynı Beatles’ın kopyası olmuşlar.” Umurumda bile değil. Ben her zaman Beatles’a benzemişimdir. Soundumuz hep T.Rex gibi olmuştur. Birkaç sikik İngiliz gazeteci yüzünden çıkıp grubumu tekrar icat edecek değilim. Oasis’i seviyorum! (Gülüyor) Stüdyodayken prodüktöre gidip “Bunu Beatles’a benzet.” derdim. O da “Evet, ama kendinize özgü birşeyleriniz olmasını istemez misiniz?” derdi. Ben de “Siktir et ya, bırak Beatles gibi olsun!

Konu diğer gruplara gelince Liam düşündüklerini söylemekten çekinmiyor. Ben de bu tür pozitif şarkıları söylemekle böylesine nefret dolu olmayı nasıl bir araya getirebildiğini sordum. Sonra da karma’ya inanıp inanmadığını. Sanırım bunu sana da soracağım.

Noel – Karma’ya ben de inanıyorum. Buddha’yı falan bilmem ama inanırım ki ne ekersen onu biçersin. Emek verdiklerinin karşılığını alırsın. Eğer belanı arıyorsan da bela gelir seni bulur. Eğer gülümsersen bütün lanet olası dünya da seninle beraber gülümser. Şöyle söyleyeyim: Liam 1998’de Avustralya’da bir hayranına kafa attı ve burnunu kırdı, sonra da mahkeme filan. Eğer karma’ya inanmasaydı, herhalde dişlerini Almanya’da bir otelde arıyorken falan aklına gelirdi bütün bunlar. Bense hayatımda hiç kimseye kafa atmadım. Benim böylesine beladan uzak duruyor olmam onu çıldırtıyor.

Vasiyet gibi şeylerden, ya da tarihin sizi nasıl yargılayacağından endişe duyuyor musun?

NoelDefinitely Maybe’de işte bunlarla uğraşıyorum ben. Peki o insanlar kim? İnsanlar “10 sene sonra ne düşünüyor olacaklar?” diye sorular sorduklarında onlardan nefret ediyorum. Onlar kim ki? Bir yerlerde bir panel toplanıp da “Evet, bugün Oasis’in hesap günü. Ne diyelim? 10 üzerinden yedi mi? Sekiz mi?” mi diyecekler? İçi para dolu bir tabutla gömülü oldukça bunu hiç umursamam.

Oasis Diskografi:

1994 – Definitely Maybe
1995 – (What’s The Story?) Morning Glory
1997 – Be Here Now
1998 – The Masterplan
2000 – Standing On The Shoulder Of Giants
2001 – Familiar To Millions (Konser)
2002 – Heathen Chemistry
2005 – Don’t Believe The Truth

Alanis Morrisette


Alanis Morissette – “Müzik benim için insanlarla iletişim kurabilmemin bir yolu.”

1. Bölüm – Jagged Little Pill

Alanis Nadine Morissette, Ottawa, Kanada’da 1 Haziran 1974’te doğdu. 12 yaşındayken Kanada’nın meşhur çocuk programı You Can’t Do That On Television’da boy gösteriyordu. 14 yaşındayen MCA Canada ile ilk albümü Alanis’i çıkardı ve zamanın pop ortamına iyi bir çıkış yaparak Juno Award ödüllerinden (Kanada’nın Grammy’si) elinde En İyi Çıkış Yapan Bayan Vokalist ödülüyle döndü.

İkinci albümüyle başarılı olamayınca kariyerine yeni bir başlangıç yapmayı düşünerek Los Angeles’a taşındı. Prodüktör Glen Ballard’ın yardımıyla hazırladığı demosuyla plak şirketlerinin kapılarını aşındıran Alanis nihayet Madonna’nın şirketi Maverick tarafından kapıldı. Çıkardıkları albüm, Jagged Litlle Pill beklenenin çok üstünde bir başarı elde ederek Alanis’i uluslararası arenaya çıkardı. Bir kısım eleştirmenin X-Kuşağı ürünü olmaktan daha ileri gidemediğinde ısrar ettiği albüm 1995’te piyasaya çıktı ve o yılın en çok satan albümü oldu. Devamında da toplamda 30 milyonluk bir satış rakamına ulaşarak Alanis’e gelmiş geçmiş en çok albüm satan bayan şarkıcı sıfatını kazandırdı. Daha sonra gelen konser albümü MTV Unplugged ile hayranlarına canlı akustik performans lezzeti yaşatan Alanis ilk albümünün muhteşem geçen (ve Maslak Parkorman’da kapımıza da uğrayan) dünya turnesinin kayıtlarını albüm sırası ile Jagged Little Pill Live olarak piyasaya sürdü. İlk albümle çıtayı çok yükseltmiş olmasına karşın Alanis 1998 yılında kendinden beklenenleri karşılamak üzere Supposed Former Infatuation Junkie’yi çıkarttı. Bu albümü hit parçası Hands Clean ile Under Rug Swept albümü takip etti. Bu albümle beraber Live In Navajo Land adında bir DVD daha çıkaran Alanis, daha sonra eski b-yüzü ve piyasaya sürülmemiş kayıtlarından oluşan Feast On Scraps DVD’sini piyasaya çıkarttı. Alanis’in dördüncü stüdyo kaydı olan So-Called Chaos, 2004 yılında piyasaya çıktı, bunu geçtiğimiz aylarda Jagged Little Pill albümünün akustik performansından oluşan Jagged Little Pill Acoustic izledi.

Oyunculuk yeteneğini de deneyen Alanis, 1999 tarihli Dogma’da tanrı rolünde oynadı ve Sex And The City’nin 2000 yılındaki bir bölümünde Sarah Jessica Parker ile öpüştüğü bir sahnede göründü.

Küçükken kazandığın başarıya göre şimdiki sana nasıl geliyor?

Şu zamanda kendimi daha rahat hissediyor olmamın sebebi, ironik bir şekilde küçükkenki halimden daha iyi olması, o zaman daha küçük olmam ve olayları farklı algılamamdı. Beni o zaman motive eden düşünce, bütün bu başarıyı elde ettikten sonra herkesin beni sevecek ve herşeyin mükemmel olacak olmasıydı, ama gerçekte bunun tam tersinin gerçekleştiğini gördüm. O zamanlar müziği insanları eğlendirecek, gündelik sorunlarından uzaklaştırıp yüzlerine birer gülümseme konduracak bir yol olarak görürdüm, şimdi ise tam tersi benim iletişim kurabilmemin, bilinçaltıma inebilmemin bir yolu. Bunu müzikle başarabileceğime inanmıyordum, bunun bir çok sebebi vardı, kendi kendimi sabote ediyor oluşum ve özgür ve yargısız hissedebileceğim kadar yaratıcı ortamlarda bulunamıyor oluşum gibi.
İnsanlar senin pop müzikten You Oughta Know gibi bir şarkıya nasıl geçiş yaptığına inanamıyor. 15 yaşındaki halinle 21 yaşındaki halin nasıl bir değişim gösterdi?

Müzikle ilgilenmeye başladığım küçük yaşlarımda 80’lerin ortalarına çakılıp kalmıştım. Müzik benim için bir eğlence kaynağıydı. Herhangi bir mesaj iletmek için yazmıyordum, kişisel fırtınalarımı ve benliğimi ortaya koyacak özgüven seviyesinde değildim. Müziği insanları eğlendirecek, gülümsetecek, gerçeklikten uzaklaştıracak bir araç olarak görüyordum.

Bir yönümle buna karşı çıkıyordum. Çünkü 14 yaşındayken ve tecrübesizken çıkıp da “Bana bakın, ben bu tür şarkılarla ilgilenmiyorum, bundan sonra kendi tarzımla devam edeceğim!” diyebilecek durumda değildim.

O zamanlar liste başarısını yakalamıştım, ama işte çıkıp da “Bunun farklı bir yolu olmalı.” dediğimde insanlar bana “Sen 16 yaşında ve ünlü bir kızsın. Neden bahsediyorsun?” diye cevap verirlerdi.

Sonuçta bundan kurtuldun ama.

Evet, kişisel yaratıcı çevremden uzaklaştım, ve sonunda da büyüdüm. Kendi hayatımın sorumluluğunu üstlendim ve bunu başkasının yapmasına gerek duymadım. Bundan sonra da Los Angeles’a taşındım ve farklı insanlarla çalışmaya başladım. Ama bu insanlardan öğrendiğim tek şey neyi yapmak istemediğimi farketmek oldu. Şu “Bunu yazamayacağını biliyorsun değil mi, genç bayan? Bunun için çok küçüksün.” zihniyetine karşı kürek çekip durdum.

Bunun doğru olmadığını düşünüp durdum. Ama Glen Ballard’la tanıştıktan sonra (albümün prodüktörü) bana şunu söyledi: “Ne istersen o olabilirsin.” Müzik ve sözler olarak, benim için çok saf ve ruhani bir dönemdi. Beni yargılamadığını, 20 yaşındaki bir kızın eline bu topu tutuşturup onunla oynamasını sağlayabilecek güveni içinde hissettiğini gördüm.

Rock Dünyasının Kadınları serisinin son halkası olarak lanse edilmek canını sıktı mı?

Bu sadece bir medya oyunu. Esas olan şey şarkılarımı dinleyen kitle ve mesajımı ileten bu ruh. Bu tür klişeler insanları tek boyutlu göstermeye sonunda onları sindirmeye yarar. Sansasyon yaratma çabalarını anlıyorum, ama insanların bunun daha ötesini irdeleyebilmek için sabıra ihtiyaçları var. Bunun ardına geçebilen gazeteciler var, ama diğerleri ise nedense beni bu şekilde kategorize etmek için kendilerini zorunlu hissediyorlar.

Seni kendi jenerasyonlarının sözcüsü olarak gören hayranlarını nasıl değerlendiriyorsun?

Bana göre bütün bu X jenerasyonu dalgası insanların umutlarını kaybettiklerini gösteriyor. Buna katılıyorum, nedenini de biliyorum, benim annem babam üniversiteyi bitirdiklerinde kendilerini bekleyen hazırda en az 5 – 6 iş vardı. Şimdi ise üniversiteyi bitirip tamamiyle kariyerine hazır olsan da liseden sonra okumamış birisi ile aynı seviyedesin ve bir işin yok. Bizim zamanımız çok farklı. Tabi ki kafa yapımız da buna göre farklı olacak. Ama aynı zamanda bir jenerasyonu bütünüyle hafife almak da haksızlık. Dokuz yaşımdan beri bir kariyer olarak ne yapacağımın bilincindeydim, bu yüzden kendimi şanslı sayıyorum. Sevdiğim bir işi yapabiliyordum ve çok küçük yaşta ayaklarımı yere sağlam basabiliyordum. Yaşıtlarımla aramdaki en büyük fark bu.

You Oughta Know nefret dolu bir haykırış olarak yanlış mı algılandı?

Bu şarkı için kızgın ya da nefret doludan çok kırılgan denebilir. Kızgınlık acının devamıdır, bana göre acının üstesinden gelmenin korkakça bir yöntemidir. Bu şarkıyı şimdi söylediğim zaman o ilk anki duygularımı düşünüyorum, acı doluydum ve kafam karışıktı. Ama şu kızgın-genç-kadın modelini gördüğüm zaman insanların bu şarkının neyi anlattığı hakkında bir şeyleri kaçırmış olduğunu farkediyorum.

Diğer eleştirilere nasıl bakıyorsun? Mesela Ironic?

İnsanların hakkımda bilmediği bir şey, şarkılarımı genellikle yirmi dakikada falan yazarım. Bu da o anın bir yansımasıydı. İlk olarak, bunun bir sene boyunca her akşam söyleyeceğim bir şarkı olarak görmedim. Ya da milyonlarca insanın beğeneceği ve dinleyeceği bir şarkı olarak. Bu sadece herhangi birisinin sömestr ödevi için şiir yazması gibi bir şey. Bunu yazarsın, sonra asla kapağını açmayacağını da bilirsin. İşte ben de şarkılarımı böyle yazarım.

İnsanların şarkılarım hakkındaki fikirlerini pek dinlemiyorum, açıkçası. Küçükken yapıcı eleştirinin bana çok faydası olacağına inanırdım, ama olmadı tabi. Bence sanat tamamen kişisel bir olgudur, herkes kendi başınadır. Bir resme bakıp da “Bence daha fazla sarı kullanmalıydın.” derler, ama sen o an bu kadar fazla sarı kullanmak istememiştin. Benim görüşüm bu.

Peki bunca zamandan sonra artık çalmayacağın şarkılar var mı?

Bu albüm için yazdıklarımın tamamı geçmişi yansıtan şeyler. Yıllar boyunca bu şarkıları çalacak olsam her zaman geriye dönüş olarak kalacaklar.

Bu kadar ön planda olmaktan memnun musun? Eskisine göre daha mı iyi yoksa bir fark yok mu?

Kesinlikle daha iyi. Hemen hergün kişiliğim ve karakterimin sınandığını görüyorum. Bu da kişiliğime olan inancımı geliştiriyor. İlk anda tabi ki büyük bir adaptasyon süreci geçirdim, ama sonuçta motivasyon kaynağım bu olmadığı için kişisel boyutta karşılamam zor olmadı.

Bunun çok önemli olduğunu düşünmüşümdür…

Evet, bence bunun içinde olmadan da ne kadar önemli olduğunu farkedemiyorsun. Özel hayatından mahrum kalmadıkça anlayamıyorsun. Benim ya da benim gibi bir başkasının olduğu yerdeyken, insanların gözü üzerindeyken üretiyor ve iletişim kuruyorsun. Bu büyük bir enerji sarfetmek demek.

Hiç oturup da düşündün mü? Yani tamam, albüm satışları, ödüller vs. seni yönlendirmiyor ama oturup da bu otuz milyon albüm satmış oluşunu düşündün mü?

1996 gibi bir yılda böylesine büyük bir albüm satışı yakalamam bana o dönem ile ilgili çok şey söylüyor. İnsanlar diğerlerinin gelişimleri, itirafları, duyguları, kızgınlıkları ile ilgileniyorlardı, bence bu çok önemli.

İnsanlarla olan iletişimle alakalı değil mi?

Kesinlikle. Önce kendime karşı, sonra da karşımdakilere karşı dürüst olmamla, ve de bu yaptığımın karşımdakilerle bağlantılı oluşu ve sonuçta belki de onları aynı şeyleri yapabilmeleri için yüreklendirebilmiş olmamla ilgili.

Jagged Little Pill sürecinden bahset biraz. Sanırım bütün şarkıları bir hafta sonunda kaydetmişsin.

Evet, yaptığımız şey şarkıları yazar yazmaz kaydetmekti, sanırım bundan sonra da hep bunu yapacağım çünkü şarkıyı yazdığın andaki ruhu kaybetmiyorsun. Şarkıyı yazmama ilham kaynağı olan o duygudan uzaklaşmak istemedim.

Şarkılarının çoğu acı çekmek ve bunun hayatına nasıl zenginlik kattığı ile ilgili.

Evet, bütün duyguları oldukları gibi kabul etmekle ve bunun tersi olarak da toplumun genel olarak insanları üzüntünün, kararsızlığın, kızgınlığın karanlık olduğuna ve mutluluğun doğru olduğuna inandırmasına karşı olmakla ilgili. Bence bütün duygular eşit görülmeli.

You Oughta Know, Right Through You, hepsi acı dolu. Yani hep ilişkilerin sonunda yaşanan acılarla ilgili? Halen böyle acılar yaşıyor musun?

Geldiğim noktada yaşadıklarım kadar acı çekebileceğimi sanmıyorum, ama yine de acı çekeceğim anlar olacak. Bu kaçınılmazdır. Büyüdükçe edindiğin tecrübelere sahip olamadığın genç yaşlarına göre bunu görmek daha kolay.

Son zamanlarda bu kızgınlığın yine var mı?

Zaman zaman. Ama bu çok doğal, herkesin içinde sahip olduğu bir kızgınlık vardır. Bu duygu diğerleriyle bir bütün teşkil ediyor.

İlk albümle bu kadar büyük bir başarıyı yakalamak, 4 Grammy vs. kazanmanın endişe verici bir yanı olmalı. Bundan sonraki albüm seni endişelendiriyor mu? Nasıl düşünüyorsun?

Hmm, bu albümün tamamen kendi kontrolümün dışında gelişen bu başarısını tekrar yaratmayı amaçlasaydım herhalde kafayı sıyırırdım! Üzerimde çok büyük bir baskı olurdu, ama dediğim gibi eğer bir albümü bitirmişsem ve içime de sinmişse, on tane de satsa on milyon tane de satsa bu tamamen benim kontrolümün dışında gelişir. Hiç kimse bunu kontrol edemez.

Nasıl bir baskı altındasın?

İki farklı dünyanın içinde yaşıyorum. İlki eğlence dünyası, içinde şarkı sözü yazarı, iletişimci ve konser adamı olarak büyüyorum. Bir de bunun iş boyutu var. Kontrolümün dışında. Buna gerektiğinden daha fazla kafamı yormuyorum çünkü kontrol edemeyeceğimi biliyorum. Bildiğim tek şey, her neredeysem şarkı yazmaya devam edeceğim. Eğer bu ilk albümümü almış olan binlerce hayranımı kaybetmekse bırakın öyle olsun.

Sadece bir albümlük şarkılarla konserleri nasıl götürüyorsun?

Beş ya da altı tane yeni şarkımız var. Radiohead’in Fake Plastic Trees’ini çalıyorduk. Planım turneden sonraki iki aylık zaman diliminde yeni albümün şarkılarını tamamlamak. İlk albümü de böyle bir süreçte tamamlamıştık.

Yazacağın şarkılarda ne tür deneyimlerinin etkisi olacak?
İnsanlarla olan diyaloğum beni büyük bir şekilde yönlendirecek. Bir insanla zihinsel iletişim kurabilmek
dünyanın en iyi şeyidir. Tanıştığım insanlarla bu tür bağları kurabildiğimi görüyorum.

İzleyici kitlen ne tür?

Her türden, her şekilden dinleyici kitlem var. Bazı geceler yoğunlukla genç kızları görüyorum. Amsterdam’daysa şaşırtıcı biçimde konser alanının %98’i erkekti!

Maverick’te işler nasıl?

Beni tamamen özgür bıraktılar. Yaratıcı olarak ve karar verici olarak kendi kendime yeteceğimi anlamaları biraz zamanlarını aldı. Ama sadece zamanla gelişebilen bir saygı oluştu kendi aramızda. Plak şirketleriyle geçmişte bu tür sorunlar yaşadığım olmuştu, ama şimdi yaşamıyorum.

Artık bu kadar ön planda olduktan sonra senin beğendiğin ama pek tanınmayan grupları tanıtmak gibi bir sorumluluk duyuyor musun?

Dinleyici kitleme tanıtabileceğim birkaç grubun şarkılarını konserlerde söyledim. Beğendiğim grupları turneye çağırdım. Aslında yapabileceklerimin hepsini yapıyorum. İşleri hemen halledebilecek büyülü bir değneğim yok. Ama Radiohead, Tori Amos, Björk, PJ Harvey gibileri için, onların bağlantı kuramayacakları insanlarla bağlantı kurabiliyorum. Sanırım benim yaptığım müzik onlarınkisine kıyasla daha hakiki.

Olumlu eleştiriler olduğu gibi olumsuz eleştiriler de alıyorsun. Bu kadar çok olumsuz eleştiri ve yorum okumak canını sıkıyor mu?

Sanırım son sekiz ya da dokuz ayda bu konuda bir hayli esneklik kazandım. Aklımda tutmaya çalıştığım şey şu: Benim kişiliğimi ya da şarkıyazarlığımı temsil etmeyecek bir sürü makale yayınlanacak. Birkaç hafta önce yine böyle bir makale okuyunca çılgına döndüm, sanırım bütün bunların hiçbirini anlamamışlar.

Ne açıdan?

Beni “devamlı depresif, kızgın Alanis Morissette”, “şiddetin kadın modeli”, “gençliğinde Kanada’nın Debbie Gibson’ı, şimdinin alternatif-kadını” olarak yazmışlar. İşte tek boyutlu bir görüş.

Kendi deneyim ve duyguların üzerine bu kadar dürüstçe yaklaşabildiğin için albümün birçok dinleyici için bir devrim niteliğini taşıyor.

Kesinlikle, birçok insan bana gelip de “Şimdiye kadar bu yaşadıklarımın anormal olduğunu düşünmüştüm, şimdi ise bir insan olduğumun farkına vardım!” diyor. Bence bu albüm bir tepki, küçükken içinde bulunduğum duruma, içinde bulunduğum topluma, bu toplum tarafından gördüğüm muameleye, yetiştiriliş tarzıma, bana ne olmam gerektiğini öğrettikleri şeylere bir tepki.

---------

2. Bölüm – So Called Chaos (AskMen.com)

Son albümün tarz ve görünüş olarak öncekilerinden çok farklı. Bu değişikliğin arkasında ne var?

Kendimi korkutacak bir şeyler yapmalıydım. En belirgin olanı da saçımı kesmemdi. Çok uzun zamandır onun ardına gizleniyordum ve artık çıkma zamanı gelmişti. Bunu yaptıktan sonra eski halimden sıyrılmamı gerektirecek birçok işin altından kalktım.

Beraber yaşadığın adamla sadece birkaç aydır berabersin. Nasıl oldu bu?

Oldukça doğaldı. Hatta planladığımız birşey de değildi. Çoğu zaman beraberdik, her ikimizin de Vancouver ve Los Angeles’ta evi vardı. Hayatımın geri kalanını beraber geçirebileceğim bir insanla tanıştığımı hissettim.

Bir adamda seni en çok çeken nedir?

Cesaret ve kararlılık, bu bir konuşma da olsa, bir anda çıkılan bir yolculuk da olsa, ya da yapılmamış bir şey de olsa, bence oldukça çekici bir özellik.

Zamanında You Oughta Know ile sana yakıştırılan kızgın-genç-kadın modeli diğer single’larınla zayıfladı mı?

Evet. You Oughta Know çıktığında ve henüz diğer şarkılarım çok dinlenmiyorken insanlarda bu bakış açısı oluştu. Bir insanı sadece kızgın olarak nitelendirmenin tek boyutlu bir şey olduğunu düşünürüm. İçimde kızgınlığının olduğu doğru, ama insanlar diğer şarkıları da dinlemeye başlayınca bu yargıları ortadan kalktı.

Hırçınlığından söz açılmışken, erkekler hakkında seni bu kadar sinirlendiren ve bu tür şarkıları yazmana sebep olan etken ne?

Kişisel ilişkiler bütünüyle insana özgü ve benim de uzun bir süre takıntılı olduğum bir konu. Bir erkekle yaşanan romantik bir ilişki benim büyümeme olanak sağlayan çevreyi yaratmıştır. Sanırım o zamanlar iletişim sorunları yaşıyordum.

Bir kızın olsaydı ve kendinden on, yirmi, hatta otuz yaş büyük erkeklerle çıkıyor olsaydı ne düşünürdün?

İşte bu onun yaşına göre değişir.

Mesela 14, 15 ya da 16 olsun…

Hayır buna izin vermezdim, gerçekleşmezdi.

90’ların sonunda grup arkadaşlarında turnede en çok kim seks yapacak diye bahislere girermişsiniz, hatta bir tanesini de kazanmışsın. Bunun hakkında konuşmak ister misin?

İlk hafta ben kazanmıştım, ama sonradan hepsi beni geçtiler. Birkaç deneyim kazanıp akşamları çıktığım olurdu, ama bu kısa sürdü. Kendi aramızda bir tür şakalaşmaydı, zaten fazla uzun da sürmedi.

Üçlü ilişkiler hakkında ne düşünüyorsun? Bir erkek sence bu konuya nasıl yaklaşmalı?

Eğer bu ilişkinin içinde bağlılık varsa, partnerime ne hissediyorsa bundan onu çıkarabileceğini söylerdim, ama öte yandan bu ilişki özgür, günübirlik ya da değişken bir ilişki olsaydı partnerimi bunu denemesi için cesaretlendirirdim. Bu tür bir ilişki içinde de bulundum ve tek kazanımım cinsel deneyim oldu. Ama eğer bağlandığım bir ilişkim olsaydı asla yapmazdım, bu tür bir deneyim ilk tercihim olmamıştır hiç.

Bir günlüğüne erkek olsaydın ne yapardın?

Ayakta işerdim! Sokakta yürüyüp insanların bana nasıl farklı davrandığını görüp bunun keyfini sürerdim.

İnsanların seni yanlış anladıklarını düşündüğün bir nokta var mı?

Tek bir şeymişim gibi, yani sadece kızgın, sadece ruhani, sadece bir aktivistmişim gibi davranmaları, ama ben herşeyim.

Kadınlar üzerinde daha başarılı olmak isteyen erkeklere tavsiyelerin var mı?

Kendilerine dikkat etsinler. Kendine dikkat eden ve cesur olan bir erkekten daha çekicisi yoktur.

Çarşamba, Mart 15, 2006

Pearl Jam


14 Yıl ve Hala Sapasağlam – Pearl Jam


Mike McCready USA Today’de e-mail ile hayranlarının sorularını cevaplamış. Buyrunuz neler neler anlatmış…

Yeni albüm ve yeni turne hakkında neler söyleyeceksin?

Albüm yarı yarıya tamamlandı sayılır. Müthiş gidiyor. Ed’i böyle söylerken hiç duymamıştım. Bütün şarkılardaki en üst notayı yukarı çekti. Sanırım hepimiz birbirimizi gerçek bir klasik rock albümü yapmak için zorluyoruz. Albüm ve turne için kesinleşmiş tarihler yok, ancak önümüzdeki sene turnede olacağız.

Bu senenin sonunda Pittsburgh’da Rolling Stones’un alt grubu olarak sahnede olacaksınız. Bu nasıl ortaya çıktı, nasıl bir setlistle çıkmayı düşünüyorsunuz?

Sanırım birisi menejerimizi arayıp alt grup olarak çıkıp çıkmayacağımızı sordu, biz de kabul ettik. Bunu bir kez daha yapmıştık, olağanüstüydü. Setlist hakkında fikrim yok, yine her zaman olduğu gibi konser günü kararlaştıracağız. Belki bir saat filan sahnede kalırız, sabırsızlanıyorum… Stones benim favori grubum!

Pearl Jam her gece setlistini nasıl oluşturuyor? Sanırım birçok hayranınız konserlere gitmenin en eğlenceli yanının hangi şarkıları çalacağınızı bilmemenin heyecanını yaşamak olduğunu söyleyecektir.

Dinleyiciyi şaşırtmayı seviyoruz, tabi kendimiz için de her şarkıyı taze tutmayı tercih ediyoruz. Çoğu zaman Ed konserden bir saat önce oturur, bir önceki gecenin listesine bakar. O anki ruh halimize göre şarkı ekler ya da çıkartırız, ya da o şehre uyacağını düşündüğümüz şarkıları koyarız. Bazı konserlerde setlistin gidişatı konser anında değişebilir. Gün içinde Ed’in akşamki konserin hem bizim için hem de dinleyici için en iyisinin olması için kafa patlattığını biliyorum.

Pearl Jam’in Epic’ten ayrılıp J Records’la anlaşma imzalamasında belirgin bir etken var mı?

Epic’le olan ilişkimiz gayet doğal bir süreçte seyretti ve kontratımızın sonuna geldik. Ama yeni bir kontrat imzalamamaya karar verdik. Yeni bir ilişkiye başlamaktan dolayı heyecanlıydık. J de dahil olmak üzere bir sürü plak şirketi ile tanıştık. Clive Davis ve ekibi ile ilişkilerimiz iyi. İki taraflı bir saygı söz konusu. J’in bize sunduklarından ve yaratıcılığımız açısından çalışma tarzımızda bize verdikleri rahatlıktan memnunluk duyduk. Geçen sene bu gruptan ilk albümümüzü çıkardık – Live At Benaroya Hall – yeni albüm ikincisi olacak.

Dünyanın en çok bilinen ve saygı gören rock gruplarından birisinde geçirilen 14 yıldan sonra sen ve gruptaki arkadaşların göz önünde olmamayı nasıl beceriyorsunuz? Eğer konu müziğiniz değilse sizleri dergilerde görmek asla mümkün değil. Bunu sürdürebilmek zor mu?

Çok erken dönemlerde göz önünde olmamayı ve müziğin bizim için konuşmasını kararlaştırmıştık. Neler yaptığımıza veya grubun geneline odaklanmayan, belli bir tema üzerine hazırlanmış görseller kullandık. Bu bize istediğimiz gizliliği yaşayabilmemizi ve müziğe daha çok odaklanabilmemizi sağladı. Bu noktada, uzun bir süredir bu yolda kalabildiğimiz için artık yaratıcı gözle bakıldığında doğru olan kararlar almakta kendimizi daha rahat ve özgür hissediyorum.

Bir keresinde Corduroy’un en az beğendiğin Pearl Jam şarkısı olduğunu söylemiştin. Peki en favori parçan hangisi?


Yavaşlardan en favorim Nothing Man, karanlık olduğu halde umut veren bir şarkı. Hızlılardan da en favorim Go, çünkü sert ve kaotik.

Şimdiye kadarki en iyi konseriniz sence hangisiydi?

Sanırım en iyisi 2000 yılında Seattle’da Key Arena’daki ikinci gecemizdi. Seyirci olağanüstüydü, bizim de turnenin son konseriydi ve içimizde ne varsa ortaya koymuştuk.

Çalması en zor şarkınız hangisi?

Kesinlikle In Hiding. Stone’un (Gossard) parmaklarını izlerim devamlı. Karıştırmamaya çalışıyorum ama hep karıştırıyorum. Şarkı içinde çok fazla değişiklik var ve notaları ezberlemesi zor.

Rock müziğinin son durumu hakkında neler düşünüyorsun? Sence inişte mi, yoksa hip-hop herkesi yanıltıyor mu? Rock’ı yine hakettiği yere taşıyacak gruplar var mı?

Bence rock müzik Social Distortion, Death Cab For Cutie, Sleater-Kinney, Supersuckers, Queens Of The Stone Age, The Killers, The Strokes gibi gruplarla hala güçlübir şekilde devam ediyor. Bence bu dediğin her 10 yılda bir içine girilen bir döngü.

Gitar çalışının ruhani bir yönü olduğunu belirttiğini okumuştum. Bundan biraz bahseder misin?

Tam olarak ifade edemeyeceğim bir bilinç haline girerim çalarken. Hissetmek ve düşünmemek ile ilgili. Olgulara başka zaman bakamayacağım bir pozitif açıyla bakabildiğimi hissederim. Bir türlü ruh tedavisi bence.

Pearl Jam’in yaşama enerjisine en büyük katkı nedir sence?

Hayran kitlemiz. Bizimle iyide ve kötüde hep beraber oldular. Bunca yıllık desteğe büyük bir hayranlık duyuyorum. Ayrıca müziğin haricindeki konularda göz önünde olmamamızın da etkisi olduğunu düşünüyorum. Kendi hayatlarımızı yaşamak için birbirimizden belli sürelerde ayrı kalabiliyoruz. Bu da müzik yapmak için geri döndüğümüzde heyecanlı olmamızı sağlıyor.

Stüdyo ve turne hayatının içinde sigarayı bırakmayı nasıl becerdin?

Sahnede nefessiz bir şekilde oradan oraya koşturuyordum ve artık buna katlanamamaya başlamıştım. Bir Avustralya turnesi öncesi kararımı verdim, çünkü artık böyle devam edemezdim. Neredeyse üç yıl oldu ve şimdi çok memnunum.

Sence gelmiş geçmiş en baba Amerikan grubu hangisi?

Sanırım gruptaki herkes bu soruya farklı cevaplar verecektir. Kiss beni bir gitar almak ve devam etmek konusunda çok etkilemiştir. Paul Stanley veya Ace Frehley olmasaydı hayatım daha farklı bir şekilde seyrederdi. 11 yaşımdayken etkilendiklerimin listesinde kesinlikle en üst sırada bunlar var.

Pazartesi, Mart 13, 2006

Animal Collective


Animal Collective

İnsanın iç dünyasını yansıtan bir kanal olarak orman, sanat ve edebiyatın tarihi boyunca bir metafor olagelmiştir. Belki de bu bir tür evrimsel déjà vu’nun sonucudur – eski zamanlarda yaşama yön vermiş hayvansal orijinimizin bir anısı. Veya ne kadar da önemsiz varlıklar olduğumuzu suratımıza vuran vahşi hayatın o büyük karmaşıklığı. Bilemiyorum. Ama günümüzün genç sanatçılarının çoğunda bariz bir ormana-geri-dönüş hareketi gözlenmekte. Ryan McGinley veya Justine Kurland gibi fotoğrafçılar çıplak modellerini ormanda fotoğraflıyorlar, görsel sanatçılar Marcel Dzama ve Ernesto Caivano kendi hayal dünyalarını hayvansal görsellik üzerine inşa etmişler, hatta bu aralar güney doğu kısmındaki birçok butikte bir geyik fetişi hüküm sürmekte.

Belirli bir hareketin parçası olamayacak kadar fazla istisnai ve hayali olmasına karşın, Animal Collective bu ağaca-tırman trendinin başlıca uygulayıcıları olarak kabul edilebilirler. Yerine oturmuş bir sound, elektronik tırtıklamalar, ustalıkla elden geçirilmiş vokal harmonileri, kabile şarkıları ve Brezilya ritmlerini içeren devingen bir ses dağarcığıyla çalışan Animal Collective’in müziği belirgin şekilde canlı. Her ne kadar Danse Manatee ve Here Comes The Indian gibi eski albümler doğanın gevşek, kaotik yüzünde geziniyor görünse de yeni albüm Sung Tongs ormanın içinden bir çıkış yolu bulabiliyor. Albümdeki ilk iki şarkı, grubun bugüne kadar yaptıkları en ulaşılır, en yakalanabilir iki şarkısı. Diğer şarkılar bu özelliğin dışında kalırken, albüm genel olarak grubun başıbozuk ilham ve etkileşimlerini çaylak dönemi işlerinden daha tatmin edici, daha işini bilen, daha karmaşık ve kendine özgü bir karışıma nasıl dönüştürdüğünü yansıtıyor.

Anthology Film Archives lobisinde röportaj için grubun tamamıyla tanıştığım anda bir Japon çift de bir röportaj ayarlamaya çalışıyor. Bu yüzden Dave’i onlara kaptırıp Josh ve Noah ile devam ediyorum. Dışarı çıkıp yürüyerek boş bir kafe buluyoruz ama Noah “Burada hiç istemediğimiz halde bize yiyecek satmaya kalkacaklar…” diyerek kabul etmiyor, nihayet ilk etapta istediğimizin tam tersine, gürültülü bir spor bar’a geliyoruz. Oturur oturmaz gelen garsona Josh ve Noah birşey istemediği için kendi adıma bir bira ısmarlıyorum. İkisi hemen önceki akşamki Bard College konserleri hakkında konuşmaya başlıyorlar, aksi ve soğukluklarıyla nam salmış öğrencilerin o geceki çılgın coşkusundan çok etkilenmişler.
Bard şehir dışında bir okul, konserleri de spor salonlarında yapıyorlar.” diyor Josh. “Her tarafta grafiti vardı. Konser alanının girişine güvenlik noktası kurmuşlardı, ellerinde içkileri ve jointleriyle konsere gelen öğrencileri izliyorlardı. Millet çıldırmış gibi etrafta koşturup duruyordu. İki çocuk çöp kutularının içinden başka çocukları çıkartıyordu.

Bu tür konserler bizim için eğlenceli oluyor. Enerjiyi ortaya çıkarırız hep. Konserden sonra insanlarla konuştum, hepsi oradan güzel duygularla ayrıldıklarını söylediler, mesela hayatı daha iyi hissediyorlarmış.
Grup her zaman hoş karşılanmamış. 2001’de Black Dice ile beraber çıktıkları ilk turnelerinde genellikle son sırada çıkmışlar, çünkü onlar çıktığı zaman insanlar mekandan ayrılmaya başlıyorlarmış. “Batı kıyısındaki konserler fena değildi, ama Mobile, Alabama gibi yerlerdekiler ne yaptığınızı anlamayan kızgın punk çocuklardan ibaretti.” diyor Josh.
Noah “Bu bazen aşağılayıcı olabiliyor, ama bence iyi bir şey.” diyor. “Hiç tepki almamaktansa aşırı olumsuz bir tepkiyi yeğlerim.

Hayranlar yavaş yavaş gruba ısınmaya başlamışlar ama yine de önlerinde büyük bir sorun varmış: henüz tam bir isimleri yokmuş. Erken dönem işlerinin ya sadece başlıkları varmış ya da albümde yer alan grup üyelerine atfediliyormuş. Josh’a göre “Animal Collective’in bütün konsepti aslında bir grubun içinde olmadığımız fikriydi.

Bütün o Danse Manatee şarkılarını sadece Danse Manatee şarkıları olarak gördük.” diye ekliyor Noah. “Ama insanlar çok fazla sayıda albüm satmanızı bekliyorlar ve bunun için de bir isminiz olması gerekiyor. Animal Collective ismi de bize plak şirketi tarafından bulundu.
Hala isimsiz olmalarına karşın, 2003’te ardarda çıkardıkları birbirinin zıttı iki CD, akustik Campfire Songs ve karmaşık Here Comes The Indian ile olumlu eleştiriler topladılar. Ama grup nihayet tam patlamaya hazır noktaya gelmişken grup içindeki kişisel çekişmeler su yüzüne çıkmaya başladı
Here Comes The Indian’ı yaptığımız zaman o dönemde birbirimizle olan ilişkilerimiz ve duygularımız açısından çok kötü bir durumdaydık, albüm bu yüzden karanlık ve boktan oldu.” diyor Noah. Gerekliliği kaçınılmaz bir aradan sonra Noah Dave ile bir araya gelerek Animal Collective ismi altındaki ilk albümleri Sung Tongs’u kaydetti. “Albüme hayat veren çok fazla düşünce yok, sadece o anda neler hissettiklerimiz ve ilgilendiğimiz soundlar var. O aralar iki kişiydik, ben ve Dave.
Bulunduğumuz duruma tepki göstermek bizim için çok doğal bir şey.” diyor Josh. “Danse Manatee’yi yaptığımız zaman New York’a yeni taşınmıştım, o anlarda şehrin kaosunun üzerimdeki etkisi çok büyüktü ve bu albüme de yansıdı. Ama son zamanlarda sanırım müziğimizin daha pop bir yönünü ortaya çıkarıyoruz.

Grubun değişken müzikal paleti aynı geceki kapalı gişe Anthology Film Archives konserinde de ortaya kondu. Saykedelik, soyut filmler perdede renk ve hareket patlaması yaratırken Avey Tare ağır gitarıyla karanlık ruhları diriltiyor, Panda Bear davulunun ardına saklanıp hayvan sesleri çıkartıyor, Geologist çatlak bir bilim adamı edasıyla sayısız teyp ve sample kurcalıyor, ve Deakin de akıldan çıkmayacak gitar sololarıyla ortama ruhsal bir yapı katıyor. Sung Tongs’un zayıf folk-pop’undan kaçınan grubun yeni setlisti, şarkılardaki yüksek çıkışlar ve kabilesel davul ritmleri ile süslü uzun ve atmosferik kompozisyonlardan oluşuyor.
Hepimiz yarı-kırsal bölgelerde, ağaçlarla çevrili yerlerde büyüdük.” diyor Josh. “Ayrıca hayali, ruhsal dünyalarda yaşamanın ne demek olduğunun da farkındaydık. Bence olayları ruhsal bir seviyede idrak etmek için bilinçaltında süregelen bir hareket var, illa bir guru bulmak ya da Hıristiyanlık veya Judaizm’e başvurmak zorunda değilsiniz, ama bence yaşamın içinde fiziksel gerçekliğin ardına geçen bir bağlantıya ihtiyacınız var.” Gerçekten de konser grup için hemen hemen bir ayin havasında geçiyor, hatta izleyici kitlesinin büyük çoğunluğu için de bu aynı. Grubun seti oldukça uzun, alkışlar en son nota da çalındıktan sonraya kadar tutuluyor. Şarkılar belirgin olarak başlayıp bitmiyor, onun yerine belli belirsiz geçişlerle değişiyor. Alışkın olmayan kulaklara bu doğaçlama gibi gelebilir, ama Josh’un önceden söylediği gibi doğaçlama söz konusu değil. “Doğaçlama tamamen bir yanlış anlama. Doğaçlama ile birçok şey öğreniyoruz, şarkıları çalışımız o an nasıl hissettiğimize göre doğaçlanıyor ve bu şarkıların gidişatını da etkiliyor. Ama sonuçta önceden yazılmış şarkılar. Esas doğaçlama şarkı aralarında belli oluyor.
Gelecek hakkında soru sorulunca, yan projeler ve kendi plak şirketleri Paw Tracks ile ilgilenmek için bir süre ara vereceklerini söylüyorlar. Daha sonra bir turne için yine Black Dice ile bir araya gelecekler. Plak şirketlerinden çıkacak ilk albüm Panda Bear’in bir yan projesi. “Daha çok techno, house tadında bir çalışma.” diyor Noah. “Bir arkadaşım, Scott, table’ın başında olacak ben de onun üstüne şarkı söyleyeceğim, Jamaika’da yaptıkları gibi birşeyler olacak.
Onlara müzikle uğraşmadıkları zaman neler yaptıklarını soruyorum. Noah pişmanlıkla “Bu aralar müzik haricinde geçirdiğimiz zaman hiç de fazla değil.” diye cevaplıyor. “Çok sık müzik dinlemiyorum, ama müzik açtığım zaman dinlediklerim insanların zevksiz, hafif diye nitelendirdikleri şeyler oluyor.
Steely Dan gibi mi?” diye sorunca, Noah “Steely Dan’i severim. Hatta geçen gün dinliyordum onu.” diyor.
Ben bir marangozum.” diyor Josh. “Bu aralar marangozluğa vakit ayıramıyorum, ama geçimimi sağladığım işim bu. Brian ise çevre politikası konusunda aktif olarak çalışıyor. Başkentte kongrede görevli. Onunla gurur duyuyoruz.

Yalnız başıma çok vakit geçiririm.” diyor Noah. Josh da bunu onaylıyor. İkisi Brooklyn Heights’ta bir dairede yaşıyorlar. “Ben artık hayatımı müzikten kazanıyorum.” diye ekliyor. “Çok iyi yaşadığımı söyleyemem, ama böyle yaşıyorum.
Bardan çıkıp onlara veda etmeden önce pek alışılagelmedik samimiyette bir resimlerini çekiyorum. Doğaya salıverilmiş hayvanlar gibi ormana geri dönüyorlar, yiyecek ve başlarını sokacak bir delik bulmaya ve kaybettikleri delay pedalını aramaya…

Perşembe, Mart 09, 2006

Pink Floyd Bölüm IV


The Division Bell

The Division Bell albümü grubun 70’lerin sonundaki prensiplerine geri dönüşünü simgeliyor. 1993’ün başlarında Gilmour, Mason ve Wright iki haftayı doğaçlama yaparak geçirdiler ve yaklaşık 50 farklı şarkı taslağı oluşturdular. Sonraki adım, A Momentary Lapse Of Reason’ı bir araya getiren prodüktör Bob Erzin’i çağırmaktı. Sonuç ise grubun uzun kariyerinin belki de en güzel albümü.

Gruba albümde Tim Renwick (gitar, vokal), Guy Pratt (bas, vokal), Gary Wallis (perküsyon) ve Jon Carin (klavye, vokal) eşlik ediyor, vokalistler de Durga McBroom, Sam Brown ve Claudia Fontaine. Albümde ayrıca Dark Side Of The Moon’da saksofon çalan Dick Parry’i de görmek mümkün.

Gilmour’a göre, “Pink Floyd’un artık kanıtlayacağı birşey kalmamış.” Mason’a göre de, “Çılgınlık halen canlı. Hala herşey hakkında çalabiliriz.” Konu ne olursa olsun, Pink Floyd şimdiye kadar bu kadar güvenli ve bu kadar kendileri olarak çalmamışlardı.

Albümü takip eden sekiz aylık dünya turnesi Pink Floyd tarihinin en büyük ses ve ışık gösterisini içeren bir sahne tasarımıyla yapıldı ve bu konserlerden birisi çift CD / VCD’lik P.U.L.S.E. albümüyle de piyasaya sürüldü.

Live 8 – 2005

2005 yılının en büyük müzik olayı hiç şüphesiz Bob Geldof’un 20 yıldan sonra 2 Temmuz’da tekrarladığı – bu sefer para toplamak için değil, aynı hafta İskoçya’da toplanacak olan dünyanın en güçlü sekiz liderine, G8’e, özellikle Afrika’dakiler olmak üzere dünyanın en yoksul ülkelerinin borçlarının silinmesi başta olmak üzere 21. yy’ın başında aşırı yoksulluğun, açlığın, hastalıkların ve çocuk ölümlerinin önüne geçilmesi için önlemlerin alınması konusunda mesaj göndermek ve baskı yapmak için – Live8 konserleri olmuştur.

Dünyanın altı farklı noktasında gerçekleştirilen konserlerin en çarpıcı detayı ise, konserlerin Londra Hyde Park’taki ayağına katılanların ve konseri evlerinde canlı izleyenlerin asla unutmayacakları bir olay, Pink Floyd’un tam 25 yıl sonra tekrar 4 kişi olarak sahne almalarıydı.

Waters’ın çağrısıyla bir araya gelen Gilmour, Mason ve Wright, eski günleri hatırlatırcasına çıktıkları sahneden “Biz hala varız ve buradayız…” mesajını verdiler. İlerlemiş yaşlarına rağmen performanslarından ödün vermeyen dörtlü, çaldıkları Speak To Me/Breath, Money, Wish You Were Here ve Comfortably Numb ile milyonları mest ederken Waters mikrofona uzandığı anlarda “Bunca yıl sonra bu üç adam ile aynı sahnede olmak çok duygulu.” diyor ve Wish You Were Here’ı her zaman olduğu gibi Syd’e ithaf ediyordu. Bu anlamlı konserin en büyük mesajı “İnsanlar unutur, ve insanlar bağışlar...” olsa gerek. Konserlerden sonra diğer büyük sanatçılar gibi Pink Floyd albümleri de satış patlaması listesinin en başında yer alarak insanların tekrar ilgisini çekmeye başladı. Dark Side Of The Moon, The Wall, Wish You Were Here, Echoes – The Best Of Pink Floyd %1200 - %3600 arasında bir satış patlaması yaptıktan sonra Gilmour BBC’ye yaptığı açıklamada albümlerden gelen bu ekstra gelirin tamamını Live-Aid insiyatifine bağışladığını söylüyordu.

Çarşamba, Mart 08, 2006

Pink Floyd Bölüm III


Bölüm III – Çözülmeler – The Wall Sonrası Pink Floyd

The Wall’un başarısı grubun çözülmesinin alevlerini körüklemekten öteye gidemedi. 80’lerin başlarında grubun her bir üyesi kendi solo projeleri ile ilgileniyordu. Gilmour lisedeki grubu Joker’s Wild’ı tekrar bir araya getirerek kendi adını taşıyan ilk solo albümünü çıkardı. Grup gitar ve vokalde Gilmour, basta Foreigner’dan Rick Wills ve davulda Willie Wilson’dan oluşuyordu.

1983’te kaydedilen The Final Cut – pek tesadüfi değil – ruh taşımayan bir çalışmaydı. “Bu zaten Roger’ın bir solo albümüydü. Biz bir şekilde içine çekilmiş olduk.” diye hatırlıyor Mason.

1984’te gelen Gilmour’un ikinci solo albümü About Face ile beraber, The Wall’dan sonra gruptan ayrılan Wright’ın yeni grubu Zee ile çıkardığı Wet Dream, Waters’ın ilk solo albümü The Pros And Cons Of Hitchhiking ve Mason’ın ilk solo albümü Fictitious Sports piyasadaydı.

Waters solo projesini The Wall ile beraber yazmıştı. “Albümün fikri The Wall ile aynı zamanlarda ortaya çıkmıştı. Her iki albüm için de demo teypleri hazırlamıştım. Sonra bunları gruba dinletip “İkisinden birini seçelim, diğerini ben kendim yapacağım.” demiştim. Grup olarak The Wall’u seçince diğeri bana kaldı.

1986 yılında Waters, Gilmour ve Mason’ı “boşa harcanan bir emek” olarak değerlendirip Pink Floyd ismini kullanmamaları konusunda dava edince avukatlar arasında “Gerçek Pink kim?” tartışması başladı. İki taraf da birbirine karşı acımasız bir basın savaşı açmıştı. Hayran kitlesi açısından durum farklıydı. Bir anlamda bir grup fiyatına iki tane performansının zirvesinde albüm ve rock şovu elde etmişlerdi – Pink Floyd’un A Momentary Lapse Of Reason’ı ve Roger Waters’ın Radio K.A.O.S.’u. Ama bunun bedeli ağırdı. Pink Floyd’un gerçek varisinin ve grubun servetinin hak sahibinin kim olduğu için verilen mücadelede Waters, Gilmour ve Mason yirmi yıl önce onları bir araya getiren her türlü kişisel arkadaşlık, yoldaşlık ve müzikal birlikteliği bir anda silip atmışlardı. The Wall’u yaratan müzisyenler artık kendilerine ait bir duvarla yüzleşiyorlardı – onları birbirinden ayıran bir duvar.

Diğer Floydlar ve kendi arasında uçuşan suçlamalar hakkında sorulduğunda Waters Don Henley’in Long Way Home’undan bir alıntıyla karşılık veriyordu: “Her hikayenin üç tarafı var, seninki, benimki ve soğuk, sert gerçekler” Ve Floyd Waters’a karşı davasında gerçek olan birbirlerine artık tahammül edemiyor oluşlarıydı.

Gilmour ve Mason’a göre Waters küstah, egomanyak ve bütün güven ve ödüllere aç birisiydi. Waters’a göre de Floyd’lar tembel, açgözlü yaratıklardı, kendi deyimiyle “iyi niyeti ve Pink Floyd’un ismini kullanarak” bir albümü çalmış kendilerine multimilyon dolarlık bir emeklilik yuvası sağlayacak bir turneye çıkmışlardı.

Hayranlar ise her şekilde biraz Floyd veya biraz Waters tatmaktan memnundular. Yirmi yıllık basın cephesi suskunluğu ve az çıkılan turneler rock kamuoyunu içinde Floyd olan herşeye aç hale getirmişti. Ama kamuoyunun coşkusu ve desteği her zaman suçlamaların patırtısını ve avukatların çantalarının devamlı açılıp kapanmasını bastıramıyordu. Gilmour A Momentary Lapse Of Reason’ın kayıtları ve turne hazırlıkları esnasında hemen her gün avukatları ile konuşarak davanın gidişatı hakkında planlar yapıyordu. Gilmour’a göre Waters’ın 1983’te çıkardığı anti savaş destanı The Final Cut’tan sonra yayılan dağılma söylentileri çok zamansızdı. Waters’ın solo projeye dönmesi grubun sonu anlamına gelmemişti, en azından Gilmour ve Mason için.

Bunun bir son olduğunu hiç düşünmemiştik.” diyor Gilmour. “Ama gittikçe artan söylentiler ve en sonunda Roger’ın ağzından duyduklarımız bir çığ gibi çarptı. Habire “Hayır, biz ayrılmadık!” diye basın açıklamaları yapamazdık. Değmezdi. Fikrimiz, benim fikrim, bir albüm daha yapmaktı.

Gilmour ve Mason’a göre, Roger Aralık 1985’te grubun plak şirketlerine, Amerika’da Columbia ve İngiltere’de EMI’ye gönderdiği mektuplarda grubu bıraktığını açıklamıştı. “Tartışmalar yaşıyorduk.” diyor Mason. “Birşeylerin olacağını biliyorduk.” Roger’a göre bu onların da sonu olacakmış.

Toplantılar yapıyorduk, bunlardan birisinde Roger “Sizinle artık çalışmayacağım.” demişti. Bana “Devam edecek misin?” diye sorardı, ben de “Bilmiyorum, ama ne zaman iyi ve hazır olursak herkese planın ne olduğunu anlatacağım, ve devam edeceğiz.” derdim. Bana kalırsa mektubunun bir amacı da kısmen bizi birşeyler yapmaya itmekti.” diyor Gilmour.

Mason, “Bunu yapmayacağımıza çok fazla inanıyordu.” diye ekliyor. “Ya da yapamayacağımıza.” diyor Gilmour. “Bazı toplantılarda “Bunu asla yapmayacaksınız, lanet olsun!” derdi. Kelimesi kelimesine. Hatta biraz daha sert bir şekilde.

Waters ve diğer Floyd’lar, özellikle de Gilmour uzun bir süredir, ta 1972’de Dark Side Of The Moon’un kayıtlarından beri bir çatışma içindelerdi. Albümün miks aşamasında bulunmak için prodüktör Chris Thomas çağrılmıştı, çünkü Gilmour ve Waters albüm soundu hakkında radikal bir tartışma içindeydi. Sonraları Waters grubun kavramsal yönü ve müziği üzerinde daha büyük bir sorumluluk iddia etmeye başlayınca işin boyutu daha da sertleşti.

Gilmour’a göre Waters, “Kendini grubun merkezi olmaya zorluyordu. Tek istediği buydu. Bunun iyi bir şey olmadığını hissediyordum, eminim Nick de öyle hissediyordu. Roger biraz daha geri adım atmayı deneseydi veya diğerlerinin de katmak istediklerine biraz daha açık olsaydı daha iyi albümler yapabilirdik. Biz sanki ona bağlıymışız, ona dayanıyormuşuz gibiydi, ama öyle değildi. Kendini o mevkiye getirmek için verdiği çabayla ilgili bir şeydi, çok sertti ve bu tür bir mücadele için daha fazla gücü vardı.

The Wall’un yardımcı prodüktörü ve hakemi Bob Ezrin’e göre de ağız dalaşı asla bariz bir kavgaya dönüşmemişti.

Suratlarındaki o İngiliz gülümsemesi ve yumuşak sesleri ile devam ediyordu bu kavga. Ama basitçe “Senden nefret ediyorum ve seni öldüreceğim.” diyorlardı. Bu iki adamın arasındaki savaş inanılmazdı.

Ama o nezaketleri nedense Waters’ın İkinci Dünya Savaşı’nda ölen babası hakkındaki The Final Cut’ın kayıtları esnasında kaybolmuştu. Waters eseri sahipleniyordu, albüm kendi kaybı hakkındaki takıntısı ve çoğunlukla anlamsız fedakarlık bekleyen politikacılar ve generallere karşı duyduğu aşırı hiddetin çok kişisel bir dışavurumuydu. Gilmour Waters’ın albüm hakkındaki şevkini paylaşmıyordu. Bazı şarkıların orijinal The Wall demolarından arta kalanlar olduğuna dikkat çekiyordu.

Benim kasıtlı olarak ona engel olduğumuz söylüyordu.” diyor Gilmour. “Eleştirilerim ve itirazlarım mümkün olduğu kadar yapıcıydı. The Wall gibi albümlerin yaratılmasında da kullanılan yapıcı eleştirilerdi.

Waters bu açıdan göremedi diyor Gilmour. Eğer Gilmour onu yardımcı prodüktör olarak göstermezse bütün albümü çöpe atmakla tehdit ediyordu. Gilmour bunu kabul etti, ama ona ait olan ekstra prodüktör ayrıcalıklarını kendine sakladı.

İşler sonunda bu boyuta vardı, sefil bir dönem. Waters bile o dönemi sefil olarak tanımlar, ama bana göre işleri bu hale sokan oydu.

Waters’a göre albüm orijinal olarak The Wall demolarından arta kalan şarkılardan oluşacakmış ve bir şekilde albümle bağlantılı olacakmış. “Sonradan babam hakkında yazmaya başladım. İnişli çıkışlı bir dönemdi, kendimde değildim. İşin aslı bu albümü yapan bendim. Dave de beğenmedi, ve bunu dile getirdi.” Albümü Gilmour ve Mason’ın üzerine yıktığı söylentilerine de tepki gösteriyor:

Onlara “Belki de bu bir solo albüm olmalı. Harcadığınız parayı size geri ödeyeceğim ve bunu solo olarak devam edeceğim.” dedim. Ama kabul etmediler. Şarkıların ağaçta yetişmediğini biliyorlar, bunun bir Floyd albümü olmasını istediler.

Albüm Pink Floyd adıyla çıktı. Bu üçlünün (Wright o ara grupta yoktu) devam edeceğini düşünenler hayal kırıklığına uğrayacaklardı. Waters’ın Gilmour’la paylaşacak birşeyi kalmamıştı. Gilmour da Waters’ın liderliğindeki Pink Floyd’da sadece müzisyen sıfatı olarak kalmaya niyetli değildi. Waters ile özel bir arkadaşlığı olan Mason bile Gilmour tarafını tuttu.

Dave Final Cut turnesinde kendini çok rahatsız hissediyordu. Bunun hiç adil olmadığını düşünmeye başlamıştım.

İş hukuksal platformda ciddi bir anlaşmazlığa dönüşmüştü. Waters Pink Floyd’un bir grup ve müzikal beraberlik olarak bittiğinde ısrar ediyordu. Gilmour’un durumuysa sadece Waters öyle dedi diye bunun gerçek olamayacağıydı. İşin ilginç yanı, bütün bu karmaşıklığa yol açan şey Pink Floyd isminin kullanılması sorunu değildi, buna paralel gelişen bir sorundu. Waters’a göre:

1985’in başlarında grubun uzun süre menejerliğini yapmış olan Steve O’Rourke ile olan anlaşmasını Pink Floyd’un gelecekteki işleri üzerindeki zorunlulukları hakkındaki – Eğer ortada bir grup yoksa gelecekte Pink Floyd albümleri nasıl çıkabilirdi? – ve kontrattaki maddelerin yerine getirilmemesi halinde doğacak zararlar ile ilgili anlaşmazlıklar yüzünden feshetti. Waters O’Rourke’a anlaşmaya göre altı aylık bir süre vermişti. Oysa O’Rourke anlaşmanın kurallara aykırı biçimde bozulduğunu söylüyordu. Waters daha sonra Gilmour’a bir takım fedakarlık anlaşmaları sundu, bunlara göre eğer O’Rourke’u bıraktığını onaylarlarsa Pink Floyd ismini onlara verebilecekti. Böyle yaparak Gilmour ve Mason’un grubun adıyla devam edebilecekleri riskini de almış oluyordu.

Haziran 1986’a O’Rourke menejerlik anlaşması ve hakları konusunda Waters’ı dava etmeye hazırlanıyordu. O dönemde Waters, Gilmour ve Mason’a “Beni dinleyin, eğer o kağıtlar bu kapıdan içeri girerse hepimiz mahkemeye gideriz. Siz Pink Floyd olarak yola devam ederken ben yıllar boyunca mahkeme koridorlarında çürümeye niyetli değilim.” diyordu.

Aynı yıl Ekim’in 31’inde Waters, Pink Floyd ismini kullanmamaları konusunda Gilmour ve Mason’ı mahkemeye verecekti.

Waters Gilmour ve Mason’ın Pink Floyd’un isim hakkını kullanmalarına karşı oluşuyla önceki görüşü hakkındaki tutarsızlığın farkındaydı. Ama ona göre “sessiz ve sakin bir hayat” içindi hepsi.

Bu iki yıl önceydi (1984), inanın bana. Son iki yıldır hayatımda tek eksik olan şey sakinlik. O zaman da yanlış olduğunu düşünmüştüm. Şimdi de düşünüyorum. Pink Floyd ismini kullanmamaları lazım bence. Bazı bağlantıları sağlamam iki yılımı aldı. Şimdi ortada dava var, ve mahkemede sonuçlanacak. Dava, Pink Floyd’un ismini kimin kullanacağı. Bu yasal bir konudur, mahkemeye gidersin ve onun için savaşırsın.

Diğer konu daha farklıydı, bir rock grubu nedir veya ne değildir? Beatles kimdi? Paul McCartney ve Ringo Starr Beatles mıydı? Ama değildi, John Paul Jones içinde olsa bile The Firm’in Led Zeppelin olamayacağı gibi. Gilmour Waters’ın iddialarına daha basit bir şekilde karşılık veriyordu:

Ben bu gruba hayatımın azımsanmayacak bir bölümünü adadım. Bu kabul edilemez bir durum, eğer dışarıda bırakılacaksam lanetlenmiş olmalıyım. Çok inatçı birisiyimdir, kısmen bana ait olduğunu hissettiğim birşeyin dışında bırakılmayacağım.

Waters’ın ayrılışı grubun geri kalan üç üyesinin (1980’de gruptan sessiz sedasız ayrılan Wright yeni albüm ve turne için geri dönmüştü) yaratıcılığını tetikleyerek bir başka Pink Floyd klasiğinin ortaya çıkmasını sağladı. 1987 tarihli A Momentary Lapse Of Reason, Waters olmadan Gilmour ve Mason’ın ne kadar Pink Floyd olabileceğine dair bir kanıttı. Albüm uluslararası arenada grubun geri dönüşü olarak anıldı. Gücünü toplayarak yollara düşen üçlü, canlı performanslarının doruğundaki konser albümleri Delicate Sound Of Thunder ile 1988’te yine zirvedeydiler. İki albüm toplamda 11 milyonluk bir satış rakamına ulaşırken, konser albümü Soyuz-7’nin Sovyet ve Fransız personeli tarafından dinlenerek uzayda çalınan ilk rock albümü oldu.

Albüm ve turne bizim için rehabilitasyon gibiydi.” diyor Gilmour. “Üçümüz oturup çaldığımızda, ortaya çıkan Pink Floyd’dur. Burda çok belirgin bir değer var, benim için çok önemli. Herhangi birinin egosundan daha yüksek bir duygu. Bu albümü yaparken hiç “Kulağa Floyd gibi gelmiyor, biraz daha Floyd sounduna çalışalım.” demedik. Şarkılar oturana kadar üzerinde çalıştık sadece. Ne zaman iyi ve doğru sounda ulaştılar, o zaman Pink Floyd olmuşlardı.

Waters ise grubun yoluna devam etmesiyle “The Wall’u stadyum rock’ına bir başkaldırı olarak yazdım. Şimdi Pink Floyd bunu stadyumlarda çalarak para kazanıyor! Ne acıklı, benim eserimin içine ediyorlar!” diye tepkisini dile getiriyordu.

Dava mahkemeye taşındığı zaman bir jürinin tek bir albüm dinlemekle kimin Pink Floyd ismine sahip olacağı hakkında adil bir karar vereceğini düşünmek doğru olmaz. Waters ve Gilmour da bunun farkındaydı, yasal veya değil, herhangi bir anlaşma ya da yargı kararı kendi taleplerini karşılayamayacaktı.

İdeal anlaşma yıllar önce hepimiz oturup el sıkıştıktan sonra yapılabilirdi.” diyor Waters. “Şunu anladım ki dünyadaki hiçbir mahkeme neyin Pink Floyd olduğu ve neyin olmadığı saçmalığı hakkında en ufak bir ilgiye sahip değil. Bundan tek alabileceğim şey bir dilim.

Bu çözüm hiç kimseyi tatmin etmeyecek.” diye ekliyor Gilmour. “Ama gerçekliği yansıtan bir şekilde çözülecek. Ve umarım çok yakında çözülür.

En başında, Londra’nın 1966-67 underground sahnesinde Syd Barrett vardı, Pink olarak o kabul ediliyordu. Cambridge’li bir sanat öğrencisi olarak Pink Floyd’u 1965’te Londra’da mimarlık okuyan Cambridge’ten lise arkadaşı Waters ve onun sınıf arkadaşları Mason ve Wright ile kurmuştu. Gruba ismini veren Barrett’tı. (Blues sanatçıları Pink Anderson ve Floyd Council’in isimlerini birleştirerek) Şarkıların çoğunu söylüyor ve gruba karizma kazandırıyordu. Ekzantrik ilhamları ve düzenli kullandığı LSD’nin tripleri altında, acemi Floyd’u 1967 çıkışlı ilk albümleri Piper At The Gates Of Dawn’da yansıttıkları sıradışı melodik keşifleri ve rock heyecanları ile ileri taşıyordu. Barrett’ın maceraperest dehasının bir diğer kanıtı da, Waters’ın Radio K.A.O.S. turnesi boyunca her gece dev ekranda gösterdiği ve sonunda “Büyük Syd Barrett, unutmuyoruz” dediği, grubun ilk single’ını tanıtmak amaçlı kullandıkları 1967 tarihli siyah beyaz bir filmdi.

Syd’in şarkılarının şaşkına çeviren yönü, fikirlerin ve kelimelerin saçma ve çılgın bir şekilde dizilmiş olmasının yanısıra insaniyeti yansıtan kuvvetli bir olgu olmasıydı. Şarkılar insanın özü hakkındaydı. Benim de her zaman yapmaya çalıştığım bu. Onunla kuvvetli bir bağım olduğunu hissediyorum.” diyor Waters.

Bu bağlantı 1967’nin sonlarına doğru daha karanlık bir dönemece girdi, kullandığı asidin ve başarının getirdiği yükü omuzlarında taşıyamayan Barrett’ın ruhsal dengesizlikleri artan bir ivmeyle büyüyor ve artık aklını kaçırıyordu. Asla iyileşemedi. Kendisi de Cambridge’li olan Gilmour, Syd’in gitar ve vokal görevini devralmak için gruba katıldı. O dönemde, iki büyük hitleri (Arnold Layne ve See Emily Play) olmasına karşın Pink Floyd dibe vurmuş ve herhangi bir şarkı yazarı ve gidecekleri bir yönleri olmadan sürükleniyorlardı.

Boş bir sayfaydı...” diyor Gilmour. “İlk arzum grubu hizaya getirmekti. Şimdi komik geliyor, ama gruba katıldığım zamanlar çok kötü bir durumda olduklarını düşünüyordum. Syd’le beraber çıktıkları konserler tamamen disiplinsizdi. Liderleri çöküyordu, tabi grup da öyle.

Pink Floyd sonraki dört yılı uzayda gibi geçirdi. A Saucerful Of Secrets, Ummagumma, Atom Heart Mother ve Meddle gibi albümlerde uzun deneysel doğaçlamalarla elde ettikleri ve albüm geneline yayabildikleri melodik temalar ve pivot rifflere dayanan bir şarkı yazma stili geliştirdiler. Grubun antipop estetiği ve hayalgücüne dayalı şarkı mimarisi İngiliz progresif rock’ının 1970’lerdeki yükselişinden büyük ölçüde sorumlu olsa da, Waters kendilerine yakıştırılan uzay müziği etiketinden rahatsız olmuştu.

Uzay hadisesi tam bir şakaydı. Hiçbir şarkı dış uzay ile ilgili değildi. Hepsi iç uzay ile ilgiliydi. İnsanlar ve iç dünyaları, Syd’in veya benim şarkım olması farketmez. Hepsi aynı konuyla ilgiliydi.

Grubun iç dünyayı keşfi 1973’te tüm zamanların en çok satan plaklarından birisi olan Dark Side Of The Moon’la sanatsal açıdan doruğa ulaştı. Benzersiz konsepti, titiz kayıtları ile grup geleneksel şarkı yazımının katı yüzünü kendine has kompozisyon stiliyle paramparça etti ve en umulmadık beklentilerin de ötesinde bir başarı elde etti. Albüm ayrıca Floyd’un dehalarını ortaya koyarak ortaklaşa kotardıkları son albümlerden biriydi. Sadece Waters’ın yabancılaşma, şizofreni ve ölüm ile ilgili gözlemlerinin sözlere yansıması değil, aynı zamanda Gilmour ve Wright’ın enstrümantal fırça darbeleri, özellikle de Wright’ın caz kokan minör-yedili akorları albümün gücünün temel taşlarıydı. (Wright Time’ın nakaratı için Miles Davis’in Kind Of Blue albümündeki So What’tan esinlenmişti.)

Herkes bitmiş şarkılarla geliyordu.” diyor Wright. “Mesela Us And Them benim üzerinde çalıştığım bir piyano parçasıydı. Onlara çaldım, hoşlarına gitti. Roger arka odaya gidip sözlerini yazmaya başladı. Oysa Echoes gibi şarkılarda hepimiz stüdyoda oturup düşünür, çalar, fikirleri bir şekilde uydurmaya çalışırdık. Çalışmak için iyi bir yöntem, bence Floyd’un en iyi işleri bu yöntemle ortaya çıkmıştır.

Dark Side Of The Moon’un Pink Floyd üzerinde iki etkisi oldu. İlki, çok hızlı gelen rock yıldızlığıydı, bir gecede saygın saykedelik sanatçılardan ve FM-Radyonun kült kahramanlarından fanatik hayranlık objelerine dönüşmüşlerdi.

İnsanların şarkıları ıslıkla çalmalarından duyduğum siniri üzerimden atabilmem yıllarımı aldı. Birisini ıslık çalarken duyunca “Sessiz olun!” diye bağırırdım.” diye hatırlıyor Waters.

Diğer büyük etki de Waters’ın The Wall ve The Final Cut’ın ortaya çıkmasıyla sonuçlanan, kurgusal şarkı yazımı, büyük temalar ve teatral anlatımlara olan ilgisinin artmasıydı.

Grubu her zaman konu kavramında belli yerlere doğru zorluyordum…” diyor Waters. “Hep direkt olmaya çalışıyordum. Görsel olarak bütün gereksiz detaylardan kaçınıyordum. Bir anlam ifade eden ve yoruma mahal bırakmayacak görsel malzeme kullanmak istiyordum.

Gilmour ekliyor: “Hiçbirimizin Roger’ın ilgi duyduğu konularda ondan farklı düşündüğümüzü sanmıyorum, aynı fikirde sayılırdık. The Wall için konseptin bir kısmında – seyirciyle aramızda bir duvarın olması – onunla aynı fikirde olmasam da konunun çok iyi olduğunu düşünüyordum. Babam savaşa gidip orada ölmedi, bu kısım da bana uygun değil, ama ona kurgusal gözle bakıyordum.

Gilmour’un bu bakış açısı Waters’ın Floyd’un diğer üyelerine tanıdığı boyut kadar olabilirdi ancak.

Şarkı yazma aşamasında bir başkası için yeterli boşluk yoktu.” diyor Waters. “Eğer ortada uygun akor bölümleri varsa, onları kullanırdım. Gilmour’un, Mason’ın veya Wright’ın söz yazmasının bir anlamı yoktu. Çünkü asla benimkiler kadar iyi olamazdı. Gilmour’ın sözleri son derece üçüncü sınıf. Hep de öyle olacaklar. Benimkilerle kıyaslandığında eminim o da kabul edecektir. Ben gitar solosu atmıyordum, o da şarkı sözü yazmıyordu.

Kısaca, Pink Floyd artık prodüktör Bob Ezrin’in de dediği gibi “Roger Waters Gururla Sunar” durumundaydı. Materyalleri yazıyor, provaları yönetiyor, konser sunumları üzerinde çalışıyor ve diğerlerinin katkılarını kendi işlerine uyguladığı katı sanatsal standartlar çerçevesinde yargılıyordu. The Wall’un kayıtları sırasında Richard Wright’in kovulması insiyatifini de üzerine almıştı. Ama Wright’in gruptan çıkışı hakkında farklı yorumlar var.

Bu olayla ilgili söylenenler sanki hepsi benim kaprisimmiş gibi, bunların hepsi saçmalık.” diyor Waters.

Waters, Wright’in stüdyo performansının standartların altında olduğunu, yıllardır gruba müzikal bir katkı sağlamadığını (Wright’ın ismi 1975’in Wish You Were Here’ından beri grubun şarkı yazarı listesinde yer almıyordu) iddia ediyordu. Bob Ezrin ise Wright’ı “Waters’ın barbarvari zulmünün bir kurbanı” olarak tanımlayacaktı.

Rick ne yaparsa yapsın Roger’a yaranamıyordu. Roger’ın onun başarısına hiç ilgisi olmadığını düşünüyordum.

Wright, Waters ile arasındaki sürtüşmeyi diplomatik olarak “ağır bir kişisel sorun” olarak tanımlıyor, öyle ağır bir sorunmuş ki Waters Wright’ın grubu terk etmemesi durumunda albümü geri çekmekle ve solo bir proje olarak kendi başına yapmakla tehdit etmiş.

Gruptan memnun değildim zaten.” diyor Wright. “Grubun gittiği yol, havası. Bu adamı aşağılamaya çalışmıyorum, bence çok üstün fikirleri var. Ama beraber çalışması aşırı zor bir insan.

O dönemde Pink Floyd, gruptaki herkes için, Waters’ın bile inkar edemeyeceği bir şekilde içinde çalışılması çok zor bir ortam haline gelmişti.

Sanırım iş bir rock and roll grubu olduğumuz gerçeğine gelip dayanıyor.” diyor Waters. “Rock and roll grubundaki insanlar ilgiye açtır. Grubun dinamiği üzerinde asla bir görüş birliğine varamıyorduk, kimin ne yaptığı ve neyin yanlış, neyin doğru olduğu hakkında. Başlangıç olarak öfkeydi, ama sonlara doğru imkansız bir hiddete dönüşmüştü.

Waters için birçok uzun soluklu Pink Floyd hayranının grubun içindeki yaratıcı dinamiğin şaşkınlığı içinde olduğunu ve bunun 70’lerde çizdikleri az tanınan profillerinin bir yan etkisi olduğunu öğrenmek bir hayalkırıklığıydı.

Ne kadar çok insanın kim olduğumu ya da Pink Floyd içinde neler yaptığımı bilmiyor olduğunu öğrenmek çok sinir bozucuydu. Bir uçağa binerdik, insanlar hangi gruptan olduğumuzu sorarlardı. Onlara Roger Waters olduğumu söylerdim, ama bir anlam ifade etmezdi. Pink Floyd’dan bahsettiğim zaman, “Ah, Money, The Wall’a bayılıyorum.” derlerdi. Gizlilik istiyordum. Evet, bunu elde etmiştim. Bir şekilde özel ve gizli kaldık. Ama şimdi geçmiş yirmi yılın bir anlamı yokmuş gibi geliyor.

Bunu söylemesi çok komik. Nick Mason da geçenlerde Waters, devam eden davalar ve yeni Floyd albümü hakkındaki tüm sorulara cevap verdiği bir telefon röportajı yapmış. Röportajın seyrinde Syd Barrett’tan da bahsetmiş.

Sonra gazeteci “Dur bir dakika, Syd Barrett da kim?” dedi. Bana çok dokundu açıkçası. Pop müzik yazmaya daha yeni başlamış. Syd veya erken dönem geçmişimiz hakkında hiçbir fikri yoktu. Belki de yirmi yıl sonra, eğer yine ortalıkta olursak insanlar “Roger Waters da kim?” diyecekler.

Gilmour’un Waters’sız ilk Floyd albümü için düşündüğü ilk isimlerden birisi Delusions Of Maturity (Olgunluğun hayalleri) idi. Waters bunu beğenirdi. Yeni Floyd albümü hakkındaki ne düşündüğü sorulunca lafını sakınmıyor:

Bence çok cana yakın görünen, akıllıca işlenmiş bir hileden başka birşey değil. Eğer çok dikkatli dinlemezsen kulağa aynen Pink Floyd gibi gelecektir. David Gilmour gitar çalıyor. Herkesin Pink Floyd beklentisini karşılayacak bir albüm yapmak niyetiyle yola çıkınca bu tür sınırlı bir amaca ulaşman kaçınılmaz. Ama bence şarkılar çok zayıf. Sözleri ise aklım almıyor. Yine de başarılı olacağından eminim.

Floyd’un Dark Side sonrası albüm liste başarısı kendini yine gösteriyordu. Yayınlandıktan sonraki üçüncü haftada A Momentary Lapse Of Reason Billboard’un ilk 10’una girerken Waters’ın Radio K.A.O.S. ilk 100’ün son sıralarında geziniyordu. Tabi sayılardan daha fazlası da var. Momentary Lapse’in artan satış yüzdesi rock dinleyicisinin Pink Floyd ismine olan güveninin sağlamlığının bir simgesi. Albüm daha onu dinlemeyen yığınla insan varken müzik dükkanlarının raflarında tükeniyordu.

Bununla beraber, Pink Floyd adı altında yeni bir albüm yapmanın zorluğuna göğüs germeyi kabul eden Gilmour ve Mason başka bir zorlukla karşı karşıyaydı: Waters’ın yıllar boyunca oturttuğu standartlara dayanan toplumsal beklentiyi karşılayabilmenin zorluğu. The Wall’un veya The Final Cut’ın tiz, pedagojik etkisini yakalayamayan bir albüm hiç de sürpriz olmazdı. Albümün kulağa hitap eden zenginlikte ve baştan çıkarıcı bir örgüyle kurgulanmış olması ise Shine On You Crazy Diamond’ın uzatılmış enstrümantalleri ve Meddle’ın soğuk ihtişamından büyülenmiş bir dinleyici için ikna edici olacaktı. Yeniden toparlanmış bir Pink Floyd On The Turning Away ile elinde Moneyvari bir single tutuyor olabilir. Parlak nakaratları ve kritik Gilmour gitarı ile okşayan bir balad, Waters’ın Floyd için yazdığı herşeyden daha umut ve sevgi dolu.

Kimin Pink Floyd olduğu sorusu, Gilmour ve Mason’ın ikiye karşı onsekiz gibi bir oranla karışık bir kayıt müzisyenleri kümesinden – müzisyenler, vokalistler, söz yazarları – daha az oluşuyla daha komplike bir hal alıyor. Ama bu hesaba albüm kayıtlarının ortalarında klavyelere katkıda bulunmak için geri dönen Wright ve ekstra klavye ve perküsyon çalan Bob Ezrin dahil değil. Ama Gilmour bunu yalnız yapamayacağını ve yardım istediğini ve aldığını gizlemiyor.

Geriye dönemezsin. Çalışmak, yönetmek ve üstesinden gelmek için yeni bir yöntem bulmalısın. Eski Pink Floyd albümleri gibi çalışmadık. Herşey farklıydı.

Bir sebepten dolayı albümün başlarında bir konsept albümü fikrinden vazgeçmiş:

Bir konsept albüm yapmaya gerek olmadığını düşündük. Eğer yine herşeyin en iyisi olması için çalışsaydık sonradan lineer bir çizgiye kavuşacağını gördük.

Yapmaya çalıştığımız şey bu değil…” diye devam ediyor Bob Ezrin. “Biz Roger Waters değiliz. Biz başka türlü şeyler yapıyoruz, ve bunları da çok iyi yapıyoruz. Atmosferin en önemli şey olduğuna karar verdik. Konsept bütün albüme yayılan bir duygu olmalıydı. Albümün atmosferini en iyi çalıştığımız ortam tanımlar.

Bahsettiği ortam Thames nehri üstünde, Astoria, yani Gilmour’un kayıt stüdyosuna çevirdiği yüzyılın başından kalma tekne eviydi. Londra’nın onaltı mil dışında bağlı duran Astoria’da yedi ay geçiren Gilmour ve Ezrin albümün büyük çoğunluğunu kaydetti.

Nehir motif oldu.” diyor Ezrin. “Her şarkıda vardı, kendi kendini gösterdi.

Kayıt oturumlarında kendini gösteren bir başka şey de Waters’ın hayali varlığı ve Gilmour’un başını çektiği Floyd’un Floyd olmadığı hakkındaki bitmez iddialarıydı.

Kamuoyunda bir mücadeleydi…” diyor Ezrin. “Roger’ın “Herşeyi ben yaptım, ben gidersem Floyd yok olur.” demesi, aslında kastettiği Gilmour’un sanatsal açıdan hiçbir değerinin olmadığıydı. Bu hiç adil değil, eğer birisi bu iddiayı yeteri kadar kuvvetli ve uzun bir süre boyunca taşırsa kendini kanıtlaman gerekir. Bana göre Dave “Lanet olsun, yirmi yıldır buradayım ve burada olmak benim hakkım.” diyen kızgın bir ses ile “Belki de artık o kadar iyi değilim.” diyen cılız bir ses arasında kalakalmıştı.

Waters, Radio K.A.O.S.’un sahne tasarımıyla – eski Floyd şarkıları ve albümün apokaliptik temasını görsel olarak ileten tasarımı – mesajını albümün kendisinden daha etkili bir biçimde ilettiğini söylese de albümle ilgili kuşkuları boşa çıktı.

Albümün ortalarına doğru, hikaye olarak başarısız olacağını kabul ettim. Hikayenin sadece bir tadımlık kısmını alabiliyorsunuz. Devam etmeye karar verip projenin gelişerek devam edip etmeyeceğine kendi karar vermesini sağladım.

Ama Waters turnede Floyd gibi iş yapamıyordu. Floyd stadyum ve arenaları doldururken o tek gecelik konserleri doldurmakta zorlanıyordu.

Kurduğunuz bağlantının kalitesi, bağlantıyı kurduğunuz insan sayısını telafi eder. Indianapolis veya San Diego’da, 12 bin kişilik salonlarda 4 bin kişi olurdu. Ama o konserlerde seyirciden fantastik bir destek alırdım, verdiklerimi almak istemelerinden öte, zaten bunu çok iyi alıyorlardı. Bu tür zamanları aşmamda bana destek oluyorlardı, daktilolarının başındaki salaklar benim için “Bunların hepsi havada kalmış saçmalıklar.” yazsınlar.

Seyircisinin desteği Floyd’larla süren savaşında ona bir tür terapi gibi gelmişti.

Bu turne gerçekten bazı şeyleri unutmama yardımcı oldu. Bütün bu saçmalıkları yolun kenarına atıp devam ettiğimi hissediyorum. Bunun için müteşekkirim.

Waters ve diğer Floyd’lar oturup galibin kim olduğunu beklemiyorlardı. Waters seyircisinin K.A.O.S. turnesindeki olumlu tepkisinden çok etkilenip turnenin ilk ayağından sonra konser grubu ile soluğu Nassau, Bahamalar’daki Compass Point Stüdyolarında alarak K.A.O.S. II albümü için kolları sıvadı. Gilmour-Mason-Wright Floyd ise bir yıl boyunca turnede olacaktı, planlar 1988’te Amerika’da ikinci bir turne daha yapmaktı. Ama her iki taraf da bir zamanlar onları bir arada tutan ruhun kayboluşundan üzgün.

Ne kadar üzgün olduğumu söyleyemem.” diyordu Mason. “Çok anlamsız, bir arkadaşımı kaybettiğim için çok üzgünüm.

Waters’a göre: “Nick Mason beni hayalkırıklığına uğrattı. Beni arkadan vurduğunu hissediyorum.


O yıllarda Waters’ın başındaki bir diğer sorun da Andrew Lloyd Webber’di. 1992 tarihli son albümü Amused To Death’teki şarkı sözlerinden biri şöyle diyordu: ‘Lloyd Webber’ın iğrenç işi / yıllar boyu devam ediyor / tiyatroyu sallayan bir deprem / ama opera devam eder / sonra piyanonun kapağı düşer / ve lanet olası parmaklarını kırar. (Lloyd Webber’s awful stuff / Runs for years and years / An earthquake hits the theatre / But the operetta lingers / Then the piano lid comes down / And breaks his fucking fingers)

Andrew Lloyd Webber beni hasta ediyor. Bütün gün suratımın önünde, yaptığı şey saçmalıktan başka birşey değil. Hiçbir değeri yok. Sığ, çöplükten türemiş, beni sıkıyor. Hiçbir konserine gitmedim, ama albüme onunla ilgili küçük bir şaka koyduğuma göre birkaç albümünü dinlemeliyim diye düşündüm. Bu yaz Amerika’da bir ev kiralamıştım, bana evi kiralayan insanların elinde bu herifin bir sürü albümü vardı, ben de Phantom Of The Opera’yı bir dinlesem diye düşündüm, plağı koydum. “Tanrım, umarım iyi birşey değildir, hatta ortalama bile değildir…” diye düşündüm. Beni hayalkırıklığına uğratmadı. Lanet olası Phantom Of The Opera baştan sona tamamen korkunç!

Evet, Sir Andrew Lloyd Webber’ın müziği fazlasıyla korkunç, ama Waters Phantom Of The Opera’yı “Baştan sona lanet olası onbeşinci sınıf” diye yerden yere vururken birşeyi kaçırmıyor mu? Albüme adını veren şarkı, Phantom Of The Opera’da, daaaa-da-da-da-da-daaaa diye giden notalarda acayip birşeyler yok mu?

Evet, Echoes!” diye patlıyor. (Echoes, 1971 tarihli Meddle plağının bir yüzünü kaplayan sağlam bir şarkı.) “Echoes. Lanet olası Phantom Of The Opera’nın başlangıcı Echoes’dan. (kendi söylüyor) Daaaa-da-da-da-da-daaaaa. Duyduğum zaman kulaklarıma inanamadım. Ölçüsü bile aynı – 12/8’lik, aynı yapı, aynı notalar, herşey aynı! Lanet olası piç! Buna mutlaka cevap vermek lazım. Kesinlikle! Ama hayat Andrew –lanet olası– Lloyd Webber’ı mahkemeye vermek için çok uzun. Bunun canımı çok sıkacağını biliyorum.

Waters son yılların uzun bir kısmını mahkemeler ve davalarla geçirdi. 1983 yılındaki The Final Cut’tan sonra Pink Floyd’dan ayrıldı. Dört yıl sonra, geride kalanlar, Gilmour, Mason ve Wright bir araya gelip Pink Floyd ismiyle büyük ve coşkulu kalabalıkların önünde birçok Waters şarkısını çalacaklar, çok para kazanacaklardı. Aynı zamanda Waters da Radio K.A.O.S.’un tanıtım turnesine çıkacaktı, ama o Pink Floyd değildi ve kimse ona bir şans vermiyordu. Bu çok üzücüydü.

Kendilerini Pink Floyd olarak adlandırdıkları zaman çok, ama çok canım sıkıldı. Bu onları çok memnun etti ama. Açıkçası mutlu oldular mı bilemiyorum. Ama sanırım mutlu olmalılar. Onlara sormalısın. “Mutlu musunuz? Konser kapalı gişeydi. Bütün turne öyle. Bu sizi mutlu etti mi?” Yani, nasıl olur da sahneye çıkıp benim şarkılarımı çalarlar – The Wall’dan şarkılar? Ben The Wall’u stadyum rock’ına karşı olarak yazdım. Şimdi Pink Floyd stadyumlarda o parçaları çalarak para kazanıyor! Oh, bu onların beraber yaşayacağı birşey. Bu ihanetin bedelini ödeyecekler. O albümün ne hakkında olduğunu inkar ederek yaşayacaklar. Bütün bu saçmalık başladığı zaman canım çok sıkılmıştı. Nehrin kenarında durup sudaki yansımama bakıp “Ne acıklı” diye düşündüm. “Eserlerimin içine ettiler ve benim yapabileceğim hiçbir şey yok.”

Acınası bir zaferim de uçan domuza testis takmalarıydı. (Animals’ın kapağı için tasarladığı, Battersea Enerji Santrali’nin önünde bağlıyken iplerini koparıp Home Counties’in gökyüzüne uçan şişme domuz) Eğer kullandıkları domuz aynı domuz olsaydı onları engelleyebilirdim. Onlar da domuza taşak takmışlar. Lanet olsun. Gilmour ve Mason Pink Floyd ismine sahipler. Onu bir kutu içinde saklıyorlar.

Waters kendini savaştan sonraki en iyi beş şarkı yazarından biri olarak görüyordu. Peki kim onun üstünde yer alıyor? “John Lennon” diyor. “Düşünmeye çalışıyorum. Başka birini düşünemiyorum. Artık fazla albüm dinlemiyorum, biraz daha yalnızlığıma düşkün hale geldim. Balık tutmayı tercih ederim. Büyük şarkı yazarları listesi çok ama çok kısa, ama ben mutlaka içindeyim. Kim olabilir ki başka, Freddy Mercury belki…

Dedikleri gibi, Elindeki baltaya dikkat et Eugene…